İpod’um Olmadan Asla...
Yazar: Oktay Ege KozakHayatımızın her alanını kolaylaştırmayı hedefliyen, internet, iPod, cep telefonu benzeri iletişimi kolaylaştıran cihazları topluma armağan etmiş modern teknolojinin, tartışmasız en büyük handikaplarından biri insanlar arasında bulunan kişisel ve fiziksel bağı, her geçen gün daha fazla geçmişin bir parçası haline getirmesi.
Evden dışarı bir adım bile atmadan, dünyanın dört ucuna ulaşarak, insanlarla konuşmak, flört etmek, iş bulmak, para kazanmak ve hatta yemek ısmarlamak (Neyse ki henüz internet bazlı bir tuvalet servisi yok) gibi olanakları var kılan modern iletişim, aynı zamanda gelecekte insanların birbirlerine fiziksel bir ortamda tek kelime etmeden yaşayabilecekleri bir geleceği, bilim-kurgu diyarlarından alarak, muhtemel bir gerçeğe dönüştürüyor. Latin Amerika'nın en mütevazi ülkelerinden biri olan Şili'den son zamanlarda çıkmış en başarılı filmlerden biri olan Play, "modern iletişimsizlik" meselesini, hafif fikirli ve yer yer eğlenceli bir anlatımla inceliyor.
Play, Şili'nin Santiago şehrinde, kaybolmuş bir biçimde kendilerini arayan iki karakter, Christina ve Tristan'ın zaman zaman birbirine giren, iki ayrı hikayesini muntazam bir kurgu ile anlatıyor. Christina, Şili'nin köy civarından gelmiş bir hemşiredir. Ölmek üzere olan, katatonik bir Macarlı adama bakıcılık yapan Christina, boş zamanlarını bilgisayar oynayarak ve devasa kulaklıkları ile iPod'unu dinleyerek geçirir. Bütün şehir içinde, ara sıra konuştuğu Ricardo isimli bahçıvan haricinde hiç bir arkadaşı yoktur.
Tristan ise, güzel karısı ve başarılı işi ile, dışarıdan mutlu bri yaşama sahip gibi görünen, fakat içeriden bakıldığında banal ve iletişimsiz bir aile yaşamına sahip, hayattan bunalmış bir "koybolmuş ruh"tur. Karısı, başka bir adam için kendisini terkettikten sonra, Tristan'ın hayatı allak bullak olur. Bir gün içinde işini ve evini geride bırakıp kendini şehrin kollarına atan Tristan, bir kaç tatsız olaydan sonra, Arjantinli maço bir sihirbazla beraber yaşayan kör annesinin yanına taşınır. Bu arada, şehirde dolaşarak rasgele bir biçimde insanları takip etmekten hoşlanan Christina, ilk başta Tristan'ın karısının peşinde dolaşırken, birden Tristan'ı takip etmeyi kendine görev edinir.
Karakterlerini olabildiğince gerçek duygulardan arındırarak, içinde yaşadığımız toplumun bozulmuş insanlığını dürüst bir biçimde önümüze koyup, objektif bir görüntü yakalamayı planlayan film, çoğu zaman bu amacına ulaşıyor. İlk uzun metrajlı filmine imza atan yönetmen Alicia Scherson'un, oyuncularına verdiği sıkı, otomatik davranışlarla desteklenmiş yönetim tarzı, karakterlerin başından geçen, banal fakat aynı zamanda garip anektodlar ile güçlendiriliyor.
Filmin en ilginç sahnelerinden biri olan, Tristan'ın karısını, Christina'nın da Tristan'ı aynı anda takip ettiği sahneyi ele alalım. Scherson'un, aynı kare içinde, kesintisiz bir plan ile gösterdiği bu üç karakterin, birbirlerine iki metre uzaklıkta olmalarına rağmen, birbirinden haberdar olmadan yürümeleri, basit ve espritüel bir hava yakalıyor.
Filmin en akılda kalan karakteri, hayata dair canlı ve coşkun bir bakış açısı olan, fakat bu bakış açısını dışarı vuracak bir kaynağa sahip olmadığı için kendini müziğine ve atari oyunlarına gömerek, dış dünyaya gözlerini yummuş Christina. Christina, Play'in başarısı açısından büyük bir öneme sahip çünkü filmin edindiği modern teknoloji sembolizmlerinin en başarılı nüansları bu karaktere verilmiş.
Dış dünya ile bağlantısı tamamen koparmış bir karakter, ve sadece modern iletişim cihazları aracılığı ile belli bir fiziksel ve duygusal bağlaşım sağlayabiliyor. Sadece iPod'unu dinlediği sırada, bahçıvan erkek arkadaşı ile öpüşebildiği sahnede, bu bakış açısı alenen ortaya çıkıyor. Viviana Herrera'nın düz, kontrollü ve bu sayede daha da güçlü bir hava kazanan, harikülade performansı ile desteklenen karakter, kesinlikle Play'in izlenmesini öngören yönlerinden biri.
Play'in en büyük sorunu, her ilk uzun metraj yönetmenin kapanına tutulduğu, "kendini olduğundan ilginç ve postmodern gösterme" psikolojisine sahip olması. He ne kadar hafif ve iğneleyici bir espri anlayışına sahip olsa da film, yer yer fazla abartı ve hatta absürde kaçan sahneleri ile, seyircinin filme olan konsantrasyonunu kırıp geçiyor.
Çabuk bitmesi için dua ettiğim, Christina'nın bir kadını döverken "Street Fighter" tarzı enerji dengelerinin ekranın üst köşesinde göründüğü sahne gibi. Bu tür sahneler gereğinden fazla bariz bir yaklaşım edinip, mesajını seyircinin gözüne sokarak, ağızda acı bir tad bırakıyor. Filmin bir diğer problemi ise, bazen işe yarayan, bazen rahatsız edici, garip ve gerçek dışı ara karakterleri. Here ara karakterin ya psikopat, ya da nevrotik özelliklere sahip olduğu film, ölecek hastaları isimlerine bakarak belirleyen hemşire ve deyimlere inanmayan, kaba Arjantinli sihirbaz karakterleri ile biraz da olsa kendini kurtarıyor.
Her sene binlerce sinemacı, filmlerini festivallere sokup, başarılı olmaya çalışıyor. Bir filmin başarı kazanması, haliyle seyircinin filmi sevip sevmemesi ile bağlantılı. Bu yüzden, bazı yönetmenlerin ilk uzun metraj film deneyimlerinde, filmlerini seyirciye sevdirebilmek için ellerinden geleni ardlarına koymamaları çok da şok edici bir yaklaşım değil. Fakat bazen bu hırs kendini biraz fazla gösterip, rahatsız edici bir deneyime dönüşebiliyor.
Yine de diğer bazı filmlerle karşılaştırıldığında, çok da fazla abartıya kaçmayan Alicia Scherson'u suçlamak zor. Artık sinema dünyasında bir isim edinmiş olan Scherson'un, bir sonraki filminin daha başarılı olacağına eminim. Sonuç olarak Play, kusurlarına rağmen yer yer düşündüren, seyirciyi sarıp sarmalayan, şirin bir film. Özellikle genç sinema izleyicilerine tavsiye edilir. Tabi ki filmi izlemeden önce iPod'larını, laptoplarını ve cep telefonlarını kapattıkları sürece.