Hesabım
    Hamburger Cumhuriyeti
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    3,0
    Ortalama
    Hamburger Cumhuriyeti

    Zafiyet Olsun!

    Yazar: Serdar Kökçeoğlu

    Amerikan sinemasının 'zaman zaman' ilginç işlere imza atan yönetmenlerinden Richard Linklater’ı, İngiliz sinemasının 'zaman zaman' haşarı filmler de çeken yönetmeni Michael Winterbottom’a benzetiyorum. İkisi de bir adım sonrasını kestiremeyeceğiniz, tuhaf ama ilgi çekici bir tutarsızlık sergiliyor. Ve tabii ayrıca eklemek gerek, oldukça üretkenler.

    Winterbottom 2000’lerde politik ortadoğu öykülerinden bilim kurguya, pornografik denemelerden edebiyat uyarlamalarının sınırlarını zorlayan 'tarihi' filmlere uzanan çeşitlilikte filmler yaptı. Ve filmlerinin bu türsel ve tematik zenginliği sinemasının nereye gideceğini daha çok merak ettirdi. Zaman zaman ana akım sulara uğrasa da, politik bir duruş yakalamaya çalıştığı ve denemelere girişmekten çekinmediği söylenebilir.

    Filmekimi’nde gösterilen 2006 tarihli son iki çalışması da bir kez daha ortaya koyuyor ki, Richard Linklater da İngiliz meslektaşıyla benzer bir hatta ilerliyor ve hatta Winterbottom’a göre daha fazla savruluyor. Yönetmenin kimi filmlerine bakarak onun için rahatlıkla 'popüler sinemacı' diyebiliriz. Üstelik bu keyifli ve romantik çalışmalarıyla dikkat çekmeyi de başarıyor. O aynı zamanda Waking Life ve A Scanner Darkly gibi deneysel animasyon çalışmalarıyla felsefi tartışmaların veya insan psikolojisinin derinlerine inmekten çekinmeyen ciddi bir sanatçı ve Hamburger Cumhuriyeti ile sözünü esirgemeyen politik bir sinemacı!

    Amerika’da sinemacılar her zamankinden daha fazla üretken olmak zorunda. Dünyanın her yerinden şansını aramak için gelen veya davet edilen yönetmenlerin de katkısıyla oluşan sinemacı enflasyonu, yönetmenlerin bir süreliğine geriye çekilip dinlenmesine izin vermiyor. Birkaç ay film yönetmekten uzak duran bir sinemacı, arada başka filmlere senarist veya yapımcı olarak katkıda bulunmak zorunda kalıyor. Şüphesiz bu durum da sinemacıların birbirinden oldukça farklı projelerle karşımıza gelmesine neden oluyor.

    Fakat Hamburger Cumhuriyeti ve A Scanner Darkly, Linklater’in bambaşka sularda aynı stilde yüzmeyi başarabildiğini gösteriyor. Kısa arayla çekilen ve biri Philip K. Dick diğeri Eric Schlosser uyarlaması olan iki film şaşırtıcı bir bütünlük içeriyor. Linklater üzerine hazırladığımız iki yazıdan ilkinin konusu olan Hamburger Cumhuriyeti’nin ilginç de bir özelliği var. Eric Schlosser’in fast food kültürü üzerine yazdığı araştırma kitabına dayanmasına rağmen yönetmen ilginç bir karar alarak kitaptaki bilgilerin ve gerçeklerin ışığında kurmaca öyküler oluşturmuş ve kitabın derdini daha etkileyici bir şekilde ortaya koymayı başarmış.

    Punk idolü Malcolm McLaren’ın yapımcısı olduğu film, bir fast food zinciri etrafında gelişen öyküler anlatıyor. Kullandıkları etin sağlıksız koşullarda üretildiğini keşfeden ama işini kaybetmemek için susmak zorunda olan bir üst düzey, ölümü göze alarak Meksika sınırını geçen ve günde seksen dolar kazanmak için et fabrikasında her şeye gözünü yuman göçmen işçiler ve fast food dükkanında çalışırken yaptığı işi sorgulayan ve en sonunda işini bırakıp anarşist eylemler yapan bir gruba katılan genç bir kız gibi farklı kahramanları var.

    Hamburger Cumhuriyeti hiçbir sahnesinde belgesele dönüşmemesine rağmen, ancak belgesellerde (hepsinde değil) ve belgesel olmayan 'iyi' filmlerde rastlayacağınız türde gerçekçi kahramanları var. İyi ve kötünün ötesinde hayat mücadelesi veren, kimi zaman işine ve çevresine yabancılaşan ama genellikle oyunu sonuna kadar sürdürmek zorunda kalan karakterler bunlar. Etlerin içine dışkı karışmasına göz yuman ama hayvanlara sağladığı kötü koşulları insanlardan da esirgemeyen şirketlerden kopmayı başardıklarında ise aslında her yerin kocaman bir şirkete dönüştüğünü fark eden yabancısı olmadığımız insanlar.

    Filmin şüphesiz en ilginç sahnelerinden birisi aslında South Park’tan alınma gibi duran, filmin kofti anarşist gençlerinin fast food olmayı bekleyen hayvanları özgürleştirmeye çalıştıkları bölüm. Beklendiği üzere, çitlerin arasında üst üste yaşayan hayvanlardan hiçbiri yerini terk etmiyor. Pek çok insanın belgeseli izledikten sonra da fast food kültürüne bağlılığını sürdüreceğini düşünürsek, son derece anlamlı bir sahne.

    Şirket kültürünün embesil ve karanlık yüzünü veya göçmenlerin yaşadığı yabancılaşmayı ortaya koyarken kesinlikle heyecanlı ve romantik bir 'serseriliği' savunmuyor film. Hatta kaçmayı bilmeyen sığır örneğinde olduğu gibi, dünyayı değiştirmenin çok da kolay olmadığının altını çiziyor. 20. yüzyılın başında Upton Sinclair tarafından yazılan sosyalist edebiyat klasiği The Jungel (Şikago Mezbahaları) ile olan benzerliğinin bittiği noktada da tam burası zaten. Umut bilinen yöntemlerle doğmuyor artık.

    İki ısırıkta biten bir hamburger nasıl sadece basit bir hamburger değilse, bu da sıradan bir Richard Linklater filmi değil.

    *Yolu sadece bir kez sinemayla kesişmiş ama ortaya Ömer Kavur başyapıtı Gizli Yüz çıkmıştı. Orhan Pamuk’un Nobel ödülünü bütün içtenliğimle tebrik ediyorum.

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top