Aşkın İngilizcesi
Yazar: Ayşegül KesirliAmerikan bağımsız sinemasının öncülerinden John Cassavetes'in kızı Zoe Cassavetes'in ilk uzun metraj filmi "Aşkın İngilizcesi"nin en büyük hatası kendisini sıradan bir romantik komedi gibi değil, marjinal bir bağımsız yapım gibi lanse etmesi. Oysa giriş, gelişme, sonuç bölümlerinden, ele aldığı konuları işleyişine kadar bilindik bir romantik komedi üslubuna sahip olan filmin, ilgi çekmek ve ciddiye alınmak uğruna kendisini bulunduğundan farklı bir yere konumlandırmasına aslında hiç gerek yok. Çünkü "Aşkın İngilizcesi" senaryosunda yer alan aksaklıklara ve durağan ritmine rağmen başrol oyuncusu Parker Posey sayesinde izleyicilerin dikkatini ayakta tutmayı başaran bir yapım.
Özellikle Richard Linklater ve Hal Hartley filmlerinden tanıdığımız Parker Posey'nin en çarpıcı performanslarından birini Mark Waters'ın ilk uzun metraj filmi "The House of Yes" (1997)te verdiğini söyleyebiliriz. Genellikle karşımıza nevrotik kadın tiplemeleriyle çıkan ve kendisiyle özdeşleşen bu karakter tipinin başarıyla üstesinden gelen Posey, eminim ki ömrü yetse baba Cassavetes'in filmlerinde görebileceğimiz isimlerden biri olurdu. Zoe Cassavetes'in ilk uzun metraj filminin başrol oyuncusu olarak Parker Posey'i tercih etmesinin altında da böyle bilinçdışı bir çağrışım yatıyor belki de. Diğer yandan Parker Posey'nin gerçek hayatta Zoe Cassavetes'in yakın bir arkadaşı olması da yönetmenin ilk filminde niçin onunla çalışmak istediğine dair daha gerçekçi bir açıklama sunuyor bizlere.
Uzun lafın kısası, Cassavetes'in tercihine yön veren neden her ne olursa olsun otuzlu yaşlarında aşkı arayan dengesiz Nora rolünde harikalar yaratan Posey, karakteri kendinden bir parçaymış gibi kabullenip, tüm doğallığıyla filme taşımayı başarıyor. Nora'nın karizmatik olmaya niyetlendiği en yüzeysel anlarını dahi, onun bu foyasını meydana çıkarırcasına yapaylaştıran yetenekli oyuncu, kimi sahnelerdeyse öyle doğal bir ritim tutturuyor ki, izleyicilere gerçek hayatta Parker Posey'nin gizli kamerayla çekilmiş gündelik görüntülerini seyrettiklerini hissettiren gerçekçi bir duygu seviyesine ulaşıyor.
Bütün bunların yanında, Parker Posey'nin karakterini canlı tutmak için harcadığı onca çabanın kimi anlarda boşa gittiğini de üzülerek itiraf etmek gerek. "Aşkın İngilizcesi" bağımsız film türünün anlatım özelliklerini kullanıp, entelektüel bir damar yakalamaya uğraşsa da öyküsel açıdan "Bridget Jones" serisinin ilk filminden pek de farkı olmayan bir yapım. 'Aşkı arayan kadın' motifine dair aykırı ya da alışılmadık bir söz söylememesine rağmen kendisini aynı konuya odaklanan popüler filmlerden ayrı tutmaya çalışan "Aşkın İngilizcesi," bu uğurda başkarakterini deyim yerindeyse 'arıza' bir kadın profiline büründürmek için gereğinden fazla çaba harcıyor. Üstüne üstlük kimi zaman yansıtmaya uğraştığı o 'arıza kadın' kimliğini öylesine zorluyor ki başkarakterinin anlamsız depresyonunu seyredenlere açıklamayı ve yaşadığı gelgitlere bir fonksiyon bulmayı dahi unutuyor. Parker Posey, Nora'nın dengesiz tavırlarını ve yersiz sinir krizlerini başarıyla yansıtsa da, filmin içinde yeterince güçlü bir fonksiyona sahip olmayan bu tavırlar, izleyenlerin öyküde olup, bitenlere anlam verememesine yol açıyor.
Bununla birlikte, Zoe Cassavetes'in aynı özensizliği Nora'nın öyküsüne paralel olarak anlatılan yan hikayelerde de gösterdiğini söyleyebiliriz. Herkesin imrenerek bahsettiği mükemmel bir evliliğe sahip olan Nora'nın en yakın arkadaşı Audrey'nin hikayesi iç çatışmaları yeterince kuvvetli yansıtılamayan yan öykülerin başında geliyor. Öte yandan, her 'aşkı arayan kadın' öyküsünde olduğu gibi memnuniyetsiz ve eleştiri meraklısı bir anne figürüyle baş etmek zorunda kalan Nora'nın hayatının bu bölümü de ne yazık ki Cassavetes'in özensiz anlatımının kurbanı oluyor. Böylelikle Zoe Cassavetes'in gerçek hayatta annesi olan Gena Rowlands'ın Nora'nın annesi rolünde karşımıza çıkmasıyla doğabilecek potansiyel anlamlar da filme hakim olan fonksiyonsuz depresifliğin gölgesinde kalarak kaybolup, gidiyor.
Keza gidişat boyunca aynı problemlerle baş etmek zorunda kalan Nora ve Julien arasındaki aşk ilişkisinin, filmin iddia ettiği gibi hem büyülü, hem fırtınalı, hem de heyecan verici bir seviyeye ulaşma ihtimali de bir süre sonra neredeyse sıfırlanıyor. İzleyenler için romantik niteliğini kaybettiği gibi heyecan verici bir zemine de oturamayan bu ilişki, Melvil Poupaud'nin Parker Posey karşısında yetersiz kalan performansı nedeniyle iyice sekteye uğruyor. Film içerisinde, egzotik aksanlı Fransız erkeği pozisyonunu doldurmaktan başka bir işlev gösteremeyen Melvil Poupaud, Julien karakterini tutkularından arınmış derinliksiz bir surete indirgiyor.
"Aşkın İngilizcesi" ile beklendiği gibi çarpıcı bir çıkış yapamayan Zoe Cassavetes, her yönetmen kızının ilk sinema deneyiminde Sofia Coppola kadar başarılı olamayacağının altını çiziyor belki de. Anlayacağınız "Aşkın İngilizcesi" sadece Parker Posey'nin gerçekçiliğin sınırlarını zorlayan özgün performansı ve Stacey Battat'ın Nora karakteri için tasarladığı muhteşem kıyafetler uğruna izlenebilecek bir film. Diğer yandan, filmin entelektüel imajına kanıp, büyük beklentilere kapılmak yerine vizyon salonlarında görmeye alışık olduğumuz tatta ortalama bir romantik komediyle karşılaşmayı umuyorsanız, "Aşkın İngilizcesi" size göre bir film olabilir.