Sınır(da)
Yazar: Serdar Kökçeoğlu70'lerin Jean Rollin'li eurohoror çağını hatırlatan Fransız Yeni Korku Sineması'nın son gözdesine gelmeden önce vizyondaki başka bir filmle ilgili küçük bir soru soralım: Bir M. Night Shyamalan filminden ne bekliyoruz? Belki yersiz ama önemli bir soru. İnternet siteleri, dergiler ve forumlar mistikleştirilmiş yeni bir isme sahip film hakkındaki olumsuz eleştirilerle dolu. Önemli yayınlarda çıkan bazı eleştirileri topladığımızda yönetmenin, Carpenter, Kubrick ve hatta Romero olmaya çalıştığı, ama yavaş yavaş 21. yüzyılın Ed Wood'u olmaya başladığı gibi bir sonuç çıkıyor. Shyamalan'ın Hollywood'un genç korku ve dehşet ustası olması beklenirken, yönetmen yavaş yavaş sanatsal bir istismar sinemasına doğru yelken açıyor. Şüphesiz hiçbir yönetmen tercihlerinden dolayı eleştirilemez. Mistik Olay'da amaçlanan ama becerilmeyen bir şey olduğunu sanmıyorum. Ortada fena halde Avustralya yapımı kült korku filmi Long Weekend'i hatırlatan, bilinçli olarak tasarlanmış garip bir b-movie var.
Gölgede kalmış kaliteli tür filmlerini keşfetmekle ünlü olan Synapse'in yakın zamanda bastığı ve yılın DVD'leri arasına giren Long Weekend, Avustralya'nın mükemmel manzaralarını kullanan çevreci bir korku filmi. 70'lerin dumanlı zamanlarında genç bir çift medeniyetten ve insanlardan uzakta ormanın ve denizin kesiştiği yerde bir çadır tatili yapmaya karar veriyor. Fakat huzur ararken çevredeki hayvanların ve doğanın huzurunu bozmaktan çekinmiyorlar ve farkında olmadan bir hayvanın ölümüne, küçük bir yangına ve daha pek çok çevre karşıtı olaya neden oluyorlar. Peki sonunda ne oluyor? Doğa (ağaçlar, sular), tüm olanaklarını kullanarak çiftten intikam almaya karar veriyor ve ikilinin ormandan çıkışı pek kolay olmuyor.
Kimine göre çevreci değerleri kullanan bir istismar sineması örneği; kimine göre ise son derece sıradışı bir korku filmi. Aslında, filminde ilginç bir şekilde Avustralya'ya da gönderme yapan Shyamalan'ın da bir dehşet ve kıyamet ortamı yaratırken kendince bir derdi var. İnsanoğlu tarafından tecavüze uğramış doğanın veya onun sembolize ettiği diğer ezilmiş varlıkların kendi yöntemleriyle insanlardan intikam alabileceğini savunuyor. Üstelik bunu Long Weekend'deki gibi cinayetlerle değil; garip intihara itme yöntemiyle yaptırıyor. Belki "kendi bindiğimiz dalı kesiyoruz" demek istiyor ahlakçı yönetmen ve işin bu kısmını özellikle de filmin ilk yarısında çok iyi becermiş.
Filmde, yukardan toplu düşüş, aynı silahla toplu intihar gibi kaçırılmaması gereken son derece acayip bölümler var. Fakat bir dönem yeni Spielberg denilen Shyamalan, filmin finaline aile sevgisini koymaya kalkınca film bütün gücünü yitiriyor ve resmen vasatlaşıyor. Çünkü yönetmen çayırlara, bitki böceğe gösterdiği önemi, karakterlere ve aralarındaki sorunlara yeteri kadar göstermemiş. Aldatma meselesi, küçük çocuğun sessizliği ve yaşlı kadının aralarına girişi iyi yazılmamış. Ve fakat, başladığı gibi bitmemesine rağmen izlenmesi gereken bir film. Büyük laflar eden b-movie'leri her zaman göremezsiniz, şüphesiz yeteri kadar iyi değil ama oldukça acayip bir deneme.
Öte yandan, bu yazının esas konusu, meselesi olan Sınır(da)'nın da klasik hikayesinin ve cinayet menüsünün yanında söylemek istediği politik şeyler var. Yönetmenini Hollywood'a uçurmayı başaran film, Fransa'da sokakların karıştığı bir dönemde küçük bir soygun çeviren bir grup gencin Avrupa'nın karanlık bilinçaltıyla tanışmasını anlatıyor. Yönetmen, gizemli otel klişesiyle başlayıp korkular evi klişesiyle devam etse de; filmini politik göndermeleri ve ürkütücü detaylarıyla farklılaştırmayı başarıyor. Nazi ruhu filmde vahşi cinayetler için düşünülmüş bir kılıf gibi dursa da; ki filmin siyaseti korku filmine alet ettiğine dair sert eleştiriler var; olayların rasyonelize ediliş şekli tam Fransız tarzı. Filmde korku sinemasına özgü; sadist aile, yamyamlık ve vahşi çocuklar gibi farklı korku öğelerine yer verilmiş ve yan öyküler filmin gereğinden uzun olmasına neden olmuş.
Son dönemde Fransa'dan son derece başarılı korku filmleri geliyor ve şüphesiz Sınır(da) bu yeni dalganın en iyisi değil. Fakat klasik senaryoyu yakın tarihin canavarlarıyla buluşturması dikkat çekici ve aslında dünyanın farklı köşelerinde tür filmi çekmek isteyen sinemacılara da küçük bir ders veriyor. Genellikle ahlakçı, muhafazakar bir dünya görüşünden güç alan veya onun etkisini hissettiren bir türü daha ilerici meselelerle buluşturmak mümkün. Son olarak bu yazıda adı geçen her iki filmin de önemli sıfatını hak etmekten uzak olduğunu ama ilginç yönleriyle izlenmeyi hak ettiğini söyleyebiliriz. Shyamalan, daha evrensel konular üzerine bilgece bir uyarı yapmaya çalışırken (en azından deniyor), Gens yakın tarihin canavarlarının uzaklardaki evlerde veya zihinlerin loş bölgelerinde saklandığını söylüyor. Bu arada uyaralım, her iki yönetmen de kan dökmeyi biraz seviyor.