Nihayet Persepolis!
Yazar: Serdar KökçeoğluPersepolis’e vizyondan ayrılmamak şartıyla başka bir yoldan ulaşalım ve önce kısaca haftanın diğer önemli filmi Yaşamın Kıyısında’ya bakalım. Antalya Film Festivali’nde jüri ve yönetmen ödülü kazanan; en iyi film ve senaryo ödüllerini kaçıran yapım Fatih Akın’ın ne kadar güçlü bir yönetmen olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor; Akın’ın oyuncu yönetimi (bunun sırrı doğaçlama mı acaba?) belki de önceki filmlerinden bile daha güçlü.
Zaman zaman DJ’lik de yapan yönetmen sahneleri birbirine özenle bağlayarak filmin ritmini ayarlamasını çok iyi beceriyor. Fakat belki de Antalya’nın prestijli ödüllerini kaybetmesine (Cannes jürisi açısından sorun olmaması doğal) neden olan bir senaryo sorunu da göze çarpmıyor değil. Akın’ın Babel’i Türkiye ve Almanya arasında savrulan karakterlerini gösterirken bir şey iyice netleşiyor. Almanya’nın giderek zaafına dönüşen Türkler, bir yandan hem kendilerini hem de yanı başındakileri yakarken, Avrupa Birliği iyice kaçınılmaz oluyor sanki. Akın bu konudaki olumsuz düşüncelerini mutfakta Nurgül Yeşilçay’a söyletse de, ortaya tam tersi garip bir bağımlılık tablosu çıkıyor.
Yaşamın Kıyısında’nın Ayten’i ile Persepolis’in Marjane’ı arasında ilgi çekici bir benzerlik var. Ayten gibi Marjane da rahat bir nefes almak için ülkesini terk edip soluğu başka bir coğrafyada alıyor. İkisi de aslında başkalarının kendileri için hazırladığı programı uyguluyor fakat hesapta olmayan uyumsuzluklar ortaya çıkıyor. Ayten örgütün verdiği sahte kimlikle Almanya’ya gitse de, yeni ülkede örgütle aslında hayata farklı baktıklarını keşfediyor. Marjane da Avrupa’nın kendisine çok şey kattığını bilse de, her zaman 'onlardan' farklı olduğunu ve bunun sonucunda doğru yolun tüm risklerine rağmen İran’a dönmek olduğunu fark ediyor.
İki film arasındaki benzerlikler de sanırım burada bitiyor. Çünkü Akın’ın karakterleri umutsuzca birbirlerinin hayatını karartarak az önce bahsettiğimiz garip bağımlılığı ve 'domino taşları' ilişkisini ortaya koyarken, Persepolis çok daha özgür karakterler sunuyor bize. Üstelik o karakterlerin Molla devrimi ve savaş esnasında ne kadar çok yıprandıklarını izliyoruz film boyunca. İran yavaş yavaş 'kapanırken' ve kadınlar için yaşam koşulları zorlaşırken, Marjane’ın ailesinin bu değişime ayak uydurmamak için elinden geleni yaptığını görüyoruz. Bu ailenin en nihilist üyesi genç Marjane da hayatın kendisini ezmesine izin vermeyip şöyle bir silkindikten sonra (sanatçılığın ilk adımı) Fransa’ya yerleşmeye karar vererek uğurluyor bizi.
Fransa yolculuğu öncesi Persepolis’in varoluşçu tonları iyice belirginleşiyor. İranlı sanatçının çizgi romandan animasyona geçen hikayesi Fransızlar tarafından desteklendiği ve çekildiği için filmin bu kadar çok özgürlük, direniş ve bireysel varoluş kavramları üzerinde durduğu düşünülebilir. Ama yine de İran sineması bile başlı başına bu ilerici animasyonu destekler konumda. Eminiz aynı meseleyi farklı şekillerde ele alan onlarca İran filmi vardır.
Son kez Yaşamın Kıyısında’ya dönecek olursak, Fatih Akın’ın filminde Karadeniz bireysel kurtuluş yeri, yeşil bir cennet; İstanbul ise bireyleri yutan cehennemin dibi olarak karşımıza çıkıyor. Üstelik filmdeki İstanbullular da böyle bir şehirde yaşadığımızın sürekli altını çiziyor. Durum böyleyken kızını kaybeden acılı Susanne Staub’un Çukurcuma’ya neden yerleştiği, tıpkı yakışıklı edebiyat profesörü Nejat Aksu’nun seçimi gibi açık değil. Keşke Persepolis’in değişime direnen küçük ailesinin bir benzeri Akın’ın filminde de karşımıza çıksaydı. Buralarda da uygar bir yaşamı savunan insanlar var şüphesiz. Kendi ülkelerinde iletişimsizlik ve yalnızlık problemleriyle boğuşan yabancı komşularımızı da onlar bağlıyor bu ülkeye.