Into The Wild
Yazar: Oktay Ege KozakHepimiz nasıl bir yaşama sahip olursak olalım, en az bir kez içinde bulunduğumuz yaşamın stresine dayanamayıp olabildiğince uzaklara kaçmayı, doğa ile bir yaşamayı hayal etmişizdir. Sonuçta şehirlerimize, bilgisayarlarımıza ve cep telefonlarımıza ne kadar bağlı olursak olalım, milyonlarca yıl doğa ile bire bir yaşamış bir yaşam türünün torunlarıyız. Ve başkaları ne kadar nasıl bir yaşama sahip olmamız gerektiğini öngörse bile, bir insan olarak her zaman değişik seçimlere sahip olduğumuzu bilmemiz önemli. İstemediğin bir okula gidip, nefret edeceğin bir işte bütün yaşamın boyunca köle gibi çalışmak mı, veya her şeyi geride bırakıp doğa ile beraber yaşayıp her gün temiz havayı ciğerlerine çekmek mi? Seçim ilk bakışta basit gibi.
Into The Wild'ın öznesi Christopher McCandless (Emile Hirsch), bu ikinci seçimde bulunuyor ve üniversiteden mezun olduktan hemen sonra iş, aile ve sorumluluk gibi ağırlıkları geride bırakıyor. Bütün parasını yakıyor ve Alaska'da doğa ile bire bir yaşamak için yola koyuluyor. Jon Krakauer'ın McCandless'ın gerçek yolculuğunu anlattığı aynı isimli kitabı okumuş, veya hikayeyi biraz bilen okuyucu, bu yolculuğun sonunu biliyordur zaten. Sean Penn'in uyarlayıp yönettiği film versiyonu ise yolun sonundan çok yolculuğun kendisi üzerine odaklanıyor.
McCandless, uzun yolculuğu boyunca sayısız macera ve her türden insan ile karşılaşıyor. Grand Canyon'da river rafting yapıyor, doğayı kendine ev ediniyor, orta yaşlı bir hippi çift ve özellikle yaşlı yanlız bir adamla unutulmaz birer ilişki kuruyor. Fakat McCandless'ın bu muhteşem yolculuğunun yanında geride bıraktığı ailesinin çektiği acı hakkında bir kaç küçük sahne haricinde pek bir bilgiye sahip olmuyoruz. McCandless, iki yıllık yolculuğu boyunca bir kez bile ebeveynleri ve en önemlisi her şeyden çok sevdiğine inandığımız kız kardeşi ile haberleşmiyor.
Sean Penn'in, Krakauer'ın kitabından, ve özellikle McCandless'ın yaşam ve cesaret dolu ruhundan çok etkilendiği ortada. Ve Into The Wild'ın en büyük problemi buradan kaynaklanıyor. Film boyunca McCandless'ı neredeyse azizimsi pozisyonlarda görüyoruz (Çarmıha gerilmiş İsa pozunda nehirde kaydığı çekim mesela). McCandless ile karşılaşan herkes ondan çok etkileniyor ve onun yaşamında ilham buluyor. Herkes ya ondan ayrılmak istemiyor, ya ona aşık oluyor, ya da onu evlat edinmek istiyor. Biraz sinik bir bakış açısı getirdiğimin farkındayım, ama eminim ki iki yıl boyunca McCandless'dan etkilenmemiş, hatta hiç bir uyarı olmadan ailesini terk ettiği için ona sorumsuz bir velet muamelesi yapmış biri olmuştur mutlaka.
Into The Wild, aklıma hemen bir kaç sene öncenin muhteşem Werner Herzog belgeseli Grizzly Man'i hatırlattı. İki film de yaşamlarını geride bırakıp doğa ile bire bir varolmayı seçen genç birer erkek ile ilgili. Herzog, Grizzly Man ile öznesi Timothy Treadwell'in cesareti ve tutkusunu ne kadar övse de, verdiği bazı kararların tehlikesi ve sorumsuzluğu üzerine de değinerek daha objektif bir bakış açısı sunuyor. Penn ise bu ince değneğin sadece bir kısmına odaklanarak bir incelemeden çok McCandless'ın sonsuz cesaret ve yaşam dolu ruhunu savunduğu bir tez sunuyor.
İşte bu sebepten dolayı Into The Wild'ı izledikten hemen sonra filmden neredeyse nefret ettiğimi, kaçırılmış bir fırsat olduğunu düşündüğümü itiraf etmeliyim. Fakat zaman ilerledikçe film hakkındaki negatif hislerim giderek azaldı. Filmi bir kez daha ziyaret ettiğimde daha ılık bir tepkiyle yaklaşabildim. Bazı anlatım seçimlerinde kişisel olarak hissettiğim kusurlara rağmen Into The Wild, teknik bakımdan neredeyse kusursuz.
Ana karakteri gibi filmin sinematografisi, doğanın olabilecek en "doğal" güzelliğini yakalamak amacında. Ve bu yolda McCandless kadar başarılı oluyor. Filmin oyuncu kadrosu, bir yanlış seçim dışında (Tek notalı genç hippi kız rolünde Kristen Stewart) baştan sona sağlam. Özellikle kısa rolüyle Oscar'a aday olan Hal Holbrook, ailesini bir trafik kazasında kaybetmiş eski asker Ron Franz ile filmin duygu yüklü üçüncü perdesine hakim oluyor.
Into The Wild, ayrıca senenin en iyi müziklerine sahip. Pearl Jam solisti Eddie Vedder'in filme özel yazdığı şarkıların her biri sakin ve ilham veren doğa görüntülerine mükemmel bir biçimde eşlik ediyor. Çoğunluk tarafından yere göğe sığdırılamamış, benim tarafımdan ilk başta zayıf not almış, şimdi ise geçer not alan filmin hâlâ kaçırılmış bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Ama en iyi iki arkadaşım gibi filme olan ölümsüz sevginizi her fırsatta ifade ederseniz, artık şevkinizi azaltmayacağıma da söz verebilirim.