Naif bir Melodram...
Yazar: Melis ZararsızRomantik komediler, ilginç Türk filmleri, farklı fantastik filmler derken bu hafta karşımıza bir de iddiasız, sade bir melodram çıktı. Kendisini kesinlikle sonuna kadar izleten bir film olan Kalbini Dinle 'yi beğenip beğenmemek, beklentilerle doğru orantılı.
Müzikle sinemanın buluşması, bu iki sanatın yaratıcı dansı, çoğu zaman keyif vermiştir. Beyazperdede bu buluşma bir müzikal için ya da müziği konu alan bir film için kullanılabilir. Kalbini Dinle, müziği "konu" alan bir film, ama müzik filmin altyapısını da güçlü bir şekilde oluşturuyor.
Yönetmen Jim Sheridan'ın kızı Kirsten Sheridan'ın çekmiş olduğu Kalbini Dinle'yi iddiasız diye nitelendirmemin sebebi, filmin kesinlikle akıl karıştırıcı, düşündürücü, alt metin aratıcı bir senaryoya sahip olmamasından kaynaklanıyor. Çekimler ve kurgu ise konusunun iddiasızlığını rahatlıkla sollayabilir derecede başarılı. Filmde konu itibariyle şiirsel bir anlatım olduğundan, çekimlerdeki ve kurgudaki özen, öykünün işlenişine çok şey katmış. Müziğin heryerde olduğu duygusu, sokaklarda her gün duyduğumuz ve gürültü diye nitelendirdiğimiz seslerin bile müzikal oluşu, rüzgarın, adımların, kapanan kapıların bile bir ritminin oluşu kurgu sayesinde başarıyla aktarılmış.
Müziği bir kenara bırakırsak, İngiliz yazar Charles Dickens'ın aynı adlı romanından uyarlanan Oliver Twist adlı filmle senaryo açısından oldukça benzerlik taşıdığını farkettiğimiz film, anne ve babasından koparılarak yurtlarda büyümek zorunda kalan 11 yaşında bir çocuğun, müziğin yolunu takip ederek anne babasını bulmasını masalsı bir atmosfer içinde anlatıyor. İnanması zor olan, "film işte" demekten kendimizi alıkoyamadığımız, tesadüf, şans gibi tüm klişeleri kullanan Kalbini Dinle; bunlara rağmen sıkıcı olmamayı, izleyiciyi içine çekmeyi başarıyor. Fazlasıyla duygusal bir tema olmasına karşın, yapış yapış duygu sömürüsü kokmaması da filmi rahatlıkla izlenebilir kılıyor...
Robin Williams'ın varlığı ise filme bir karnaval havası katmış ama daha ileriye gidememiş. Sanki filmin başrol oyuncularının (Keri Russell, Jonathan Rhys Meyers) bir nevi "ışıksızlığı"ndan kaynaklanan güvensizlikle yönetmen, Williams'a, filme destek rolü oynatmış ama çok da başarılı bir fikir olmamış bu. August Rush'ı oynayan küçük ve sevimli oyuncu Freddie Highmore'a ise hiçbir lafımız olamaz. Jestleri ve mimikleriyle, sanki gerçekten de içinde müzik aşkıyla ve inanılmaz bir yetenekle doğmuş, bu yeteneğin ne kadar önemli olduğunu bilemeyen ve oradan oraya savrulan bir insanmışçasına doğal bir heyecanı yansıtışı konusundaki başarısı, alkışlanacak türden. Dolayısıyla bu küçük oyuncunun sevimliliği ve başarısı da filmi izlenir kılan bir başka artı.
Sonuç olarak, başta da belirttiğimiz gibi, filme çok fazla beklenti yüklemeden, hoş bir kurguyla meydana getirilmiş duygusal ve masalsı bir hikayeyi beyazperdede izlemek amacıyla gidildiğinde, kesinlikle hayal kırıklığı yaratmayacak, naif bir melodramla karşı karşıya kalınacaktır.