Bol Oyunculu Ekmek Teknesi
Yazar: Orkan ŞancıYılmaz Erdoğan'ın yeni filmi Organize İşler ile ilgili eleştirimizin merkezinde bir konu var. Türk sinemasında yazar-yönetmenlik deyince günümüzde Yavuz Turgul, Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan gibi isimler akla geliyor. Bu isimler, kendi öykülerini anlatmakla kalmıyor, her filmde kendi sinema dillerine sadık kalmaya da çalışıyor. Henüz üçüncü filmini çekmiş birinin kendine özgü bir gramer oluşturabilmesi beklenemez belki. Ama filmin girişinde yazar-yönetmen diye yazıp kendinizi de "auteur" zannederseniz seyirciye soru sorma hakkı doğar.
Yılmaz Erdoğan'ın Vizontele Tuuba'sıyla ilgili yazımda eleştirdiğimiz noktaların hemen hepsi Organize İşler'de de mevcut. Bir sinema filmi için aşırı sayıda konuşmalı rol yazmak örneğin. Eğer herhangi bir Robert Altman filmindeki gibi bu roller ana öyküye dahil olmuyorsa, homojen biçimde filmden süreler almıyorsa, bir yönetmen için bu büyük bir sorun. Ama gereksiz yere başını derde sokan Yılmaz Erdoğan, filme zarar verebilir düşüncesini bir tarafa bırakıp yine bütün BKM oyuncularına yer vermeye çalışmış. Üstelik Demet Akbağ ve Altan Erkekli gibi isimler, düşük önemde rolleri oynamalarına rağmen, bir saygı gösterisi olarak aşırı uzun süreler almışlar. Kızları Umut ne güzel işleri halledip, Süpermen Samet ile daha fazla sahnede buluşabilecekken, yersiz ve gıdıklamayan esprileriyle Nuran Ocak ve toplumunu hiç tanımayan toplumcu yazar Yusuf Ziya ile vakit kaybedilmiş.
Erdoğan'ın içine düştüğü sıkıntı çok sayıda rol yazmasından değil, bu rollerin çoğunun bir karakter olamamasından kaynaklanıyor. Sadece "o da görünsün, o da ekmeğini kazansın bu filmden" denivermiş gibi. Bu denli gereksiz karakterin birbiriyle etkileşime girmeye çalışması filmi, bir çok yerde tiyatroya yaklaştırıyor.
Karakterlere ayrılan aşırı süreler nedeniyle filmin asıl cümlesi olan "ya araklayacaksın ya da araklanacaksın" fazla deşilemiyor. Rakı sofrasında söylenmiş bir sözden öteye gidemiyor. Erdoğan gibi asıl kendisi toplumcu olan bir yazar, böylesine iyi bildiği bir konuyu, gereksiz yerlere harcadığı dakikalar yüzünden yeterince zengin biçimde ele alamıyor.
Karakter enflasyonunun yanında bir de bol kepçe görüntü yönetmenliği var filmde.
Erdoğan'ın bizzat söylediği "İstanbul da bu filmin başrol oyuncusu" ifadesini hatırlarsak, kentin bu rolde başarılı olduğunu söylemek zor. Helikopterin önüne bağlanan özel kamerayla çekim yapmak hoşuna gitmiş olabilir yönetmenin. Eğer bir belgesel çekmiyorsan ve sert açılı kaydırmaları kurgu masasında birbirine düzgün biçimde bağlayamıyorsan, ancak "mış gibi yapmış oluyorsun". Zira bu görüntüleri hikayeye hizmet edecek şekilde kullanamıyor, sadece "bakın helikopter kaldırdık havadan çekim yaptık" diyebiliyorsun. Bu tercih başarılı kullanılabilse, yönetmenin seyirciye İstanbul'u seyrettirmek değil, seyirciyle İstanbul'u konuşabildiği özel anlar yaratılabilirdi. Oysa Erdoğan helikopter çekimlerinde seyirciyle konuşsa bile, seyirci onu o kadar yukarıdan duyamıyor.
Oyunculuklara gelince. Özgü Namal'ın, kamera önünde hayranlık uyandıran bir rahatlıkla rolünün altından kalktığını vurgulayalım. Kendisi gibi oyunculuğu da minyon ama kendisi gibi oyunculuğu da zarif. Dahası Erdoğan'ın çok güvendiği Tolga Çevik de, "düşük kaşlı" Supermen rolünde izleyeni kendisine hayran bırakıyor. Filmde en çok güldüğümüz anların, bu bezgin adamın sahneleri olması dikkat çekici. Bir de tabii, Cem Yılmaz gerçeğini unutmamalı. Lanet suratlı mafya babasını kendisine yakışan bir olgunlukta, hiç gülmeden oynuyor ve izleyeni şaşırtmayı başarıyor.
Yılmaz Erdoğan'ı bir yazar olarak çok beğenirim. Diyalog yazmada üstüne yok. Kendisini yetiştirmesi, sürekli geliştirmesi ve yeniliklere açık olması bir sinemacı için iyi özellikler. Ama bu işten herkes para kazansın düşüncesinden kurtulup, çok kuvvetli olduğuna inandığım "kısaltma" silahını çıkartmasını, senaryosunu yazarken kalemine biraz daha gem vurmasını bekliyorum. Daha az rolle de çok şey söylenebilir çünkü...