Hesabım
    Suburbicon
    Ortalama puan
    3,3
    17 Puanlama
    Suburbicon hakkında görüşlerin ?

    4 Kullanıcı yorumları

    5
    0 Eleştiri
    4
    1 Eleştiri
    3
    2 Eleştiri
    2
    1 Eleştiri
    1
    0 Eleştiri
    0
    0 Eleştiri
    Sırala
    En yararlı eleştiriler En yeniler En çok eleştiri yazmış üyeler En çok takip edilen üyeler
    Turgay Buğdacigil
    Turgay Buğdacigil

    Takipçi 2.094 değerlendirmeler Takip Et!

    3,5
    25 Kasım 2020 tarihinde eklendi
    “Suburbicon”, senaryosunu da Grant Heslov ve Coen biraderler ile birlikte yazan George Clooney’nin yönetmen koltuğunda oturduğu sağlam bir “dark comedy / kara mizah” …

    Filmde:

    • Biri 1957 yılında Levittown, Pennsylvania’da, tamamı beyazlardan oluşan bir mahalleye ilk kez Afro – Amerikan kökenli bir ailenin taşınması ile başlayan ırkçı saldırılardan alıntılanarak yeniden yorumlanan,

    • Diğeri de Matt Damon (Gardner Lodge), Julianne Moore (Rose ve Margaret) ve Noah Jupe’dan (Nicky Lodge) oluşan üçlünün başı çektikleri olayların anlatıldığı,

    İç içe geçmiş “ikili” bir hikâye anlatılıyor…

    Öyle ki, Lodge ailesinin evlerinin içi “cadı kazanı” gibiyken, dışarısı da tam anlamıyla bir “Mississippi Burning” (1988) …

    Yani ortadaki, öyle pek de hafife alınabilecek bir mevzu değil…

    Dakikalar ilerledikçe, Coen biraderlerin senaryodaki “hınzırca” dokunuşlarını da hemen hissediyorsunuz zaten…

    Lodge’ların evinin tam karşısına, anne (Karimah Westbrook), baba (Leith Burke) ve küçük oğulları Andy’den (Tony Espinosa) oluşan Mayers ailesi taşınır taşınmaz, orta sınıf beyazların yaşadığı Suburbicon kasabasında ciddi bir hareketlilik başlar…

    Ve Mayers’ların yeni taşındıkları bu ev, mahalledeki ırkçılarca neredeyse abluka altına alınarak kuşatılır…

    Artık bu aile için huzur bitmiştir…

    Vardiyalı olarak, çit çekilen evlerinin önünde 7/24 gürültü yapılmakta ve bu anlamsız rezalet de TV’lerde canlı olarak yayınlanmaktadır…

    Hele anne Mayers’ın kasada refüze edildiği bir market alışverişi sahnesi var ki, anlatılmaz yalnızca “üzüntü” ve “utanç” içinde izlenilir…

    İşte tam da bu hengâmede, Lodge’ların evi, Sloan (Glenn Fleshler) ve Louis (Alex Hassell) isimli iki soyguncu tarafından, anlaşılmaz bir biçimde basılır…

    Bu soygunda, daha önce kendisine yüklü miktarda bir “hayat sigortası” yapılmış olan evin annesi Rose, hayatını kaybeder…

    İşte o andan itibaren de ilginç olaylar dizisi birbirini izlemeye başlayacaktır filmde…

    Fakat elbette biz, “Fargo” dan (1996) esaslı esintiler de taşıyan filmin bu kısmının hikâyesini öğrenme işini yine bizzat sizlere bırakacağız…

    Bitirmeden, yukarıda saydıklarımızın dışında filmde, Nicky’e harçlık olarak verdiği bozuklukları geri alabilmek adına onu ters çevirerek silkeleyen dayı Mitch (Gary Basaraba) ve Margaret ile Gardner’ın ziyaretlerine gelen sigorta tazminat araştırmacısı Bud Cooper’ın da (Oscar Isaac) önemli karakterler olarak öne çıktıklarını belirtmiş olalım…

    Keyifli seyirler,
    rudeonerudeone
    rudeonerudeone

    Takipçi 1.698 değerlendirmeler Takip Et!

    4,0
    11 Şubat 2018 tarihinde eklendi
    Clooney'nin filmi özellikle yurt dışında eleştirmenler tarafından beğenilmese de, öteden beri favori türlerimden olan film-noir'nın (kara film) günümüz modern uyarlaması niteliği (dönem olarak yine 50'li-60'lı yılları arka plana almasına karşın modern bir bakış açısı hakim), film geneline yayılan sürükleyicilik ve merak hissi, başarılı senaryo ve oyunculuklar, banliyö atmosferinin yine başarılı bir şekilde oluşturulması gibi nedenlerden dolayı ben filmi beğendim. Yıllarca konuşulacak bir klasik olmadığı aşikar fakat film-noir ile biraz ilgisi olan seyircinin özellikle kaçırmaması gerektiği düşüncesindeyim. Zira artık sıklıkla saygı duruşunda bulunulan bir klasik dönem film türü olmaktan çıktı diyebiliriz. Örneğin bir western kadar başvurulan ve ters yüz edilen bir klasik tür değil. Bu da "Suburbicon"ı biraz daha tercih edilebilir faktörlerden biri. İlk dakikadan itibaren filmin mizah dozu hem eğlenceli, hem de rahatsız etmeyecek bir düzeye ayarlanıyor. Film boyunca da bu ton genellikle sabit kalıyor. Özellikle son yarım saat ciddi bir karmaşa, hatta ciddi bir 'eğlence' var. Türü ne olursa olsun finale doğru yükselen filmlerin seyirciyi genellikle daha mutlu ettiği düşünülürse, bu karmaşa hali de filmin hanesine artı puan olarak yazılıyor. Yer yer klişelere sarılsa, tahmin edilebilir olsa da, siyah-beyaz olmayan bir kara film örneği izlemek her zaman çekici gelmiştir. Zaten sarıldığı klişeler de dediğim gibi büyük oranda türe saygı duruşundan kaynaklanıyor. Arka planda dönemin ırkçılık sorununu da bir banliyö ölçüsünde, yani küçük bir çerçevede, ancak geneli yansıtan ve temsil edebilen bir yaklaşımla ele alıyor. Film boyunca ve finalin ardından ilk dikkat çekenlerden biri hiç kuşkusuz kapı komşusu olan iki aileden, siyah ırktan (!) olanlar ile beyaz ırktan (!) olanların farklı karakterleri ve duruşları ile ne yazık ki kontrast yaratacak şekilde maruz kaldıkları farklı muameleler oluyor. Bu belki biraz da abartılarak, seyircinin gözüne bilinçli olarak sokularak gösteriliyor ve hissettiriliyor. Ancak nihayetinde dediğim gibi, bir banliyö ölçeğinde ele alınan olaylar ve karakterler, aslında bir ülkeyi yansıtabilecek karakterde.
    Alp T.
    Alp T.

    Takipçi 441 değerlendirmeler Takip Et!

    2,5
    26 Kasım 2017 tarihinde eklendi
    George Clooney'in yönettiği, Matt Damon ile Julianne Moore'un başrolünde olduğu ve hatta Coen kardeşlerin senaryosunu yazdığı Suburbicon, başarılı bir film olmak için gereken her şeye sahip. Fakat seyircilerden ve eleştirmenlerden gelen zayıf yorumlar sonucunda bu film hakkındaki bütün beklentilerimi iyice düşürmüştüm. Bu yüzden filmden sonra Suburbicon hakkında nasıl bir düşünceye sahip olacağımı bilmiyordum. Bu filmden herkes gibi nefret mi edecektim yoksa diğerlerinin aksine, filme verilen değerin verilmediğini mi düşünecektim acaba? Filmi izledikten sonra ben kendimi bu iki düşüncenin tam ortasında buldum.

    İlk önce filmin konusundan başlayalım. Filmin fragmanları bu filmin gerçek hikayesini anlatmadığı için, ben de film hakkındaki detaylardan olabildiğince uzak durmaya çalışacağım: "1950'li yılların ortasında açılan Suburbicon, tam anlamıyla cennet gibi bir yerdir. Fakat tamamen beyazların yaşadığı bu yere siyahi bir aile taşındığında buradaki halk, bu aileye karşı büyük olaylar çıkartmaya başlarlar. Bu sırada da bu siyahi ailenin komşusu olan Lodge ailesinde büyük olaylar dönüyordur. Aile babası Gardner'ın (Matt Damon) eşi bayıltılarak öldürüldükten sonra Gardner, bunu yapan katillerin kim olduğunu bulmak için büyük çabalara girişir. Bu süreç içerisinde de başında gelmedik şey kalmaz."

    Suburbicon hakkında iyi şeyler de var, kötü şeyler de. O yüzden ilk önce iyiden başlayalım. Filmin senaryosunda eksikliklerin olduğunu düşünsem de, Coen kardeşlerin etkisi film üzerinde rahatça görülüyor. Bu yüzden Suburbicon'un alt katmanlara, sıradan bir anlatım tarzına sahip olmamasına ve ilgi çekici bir atmosfer içermesi çok hoşuma gitti.

    Ayrıca performansları harika buldum. Oscar Isaac, filmde girdiği andan itibaren bulunduğu 2 sahneyi de çalmayı başardı. Adam filmde en fazla 6-7 dakika görünse de, bu film için iyi bir ekleme olmuş. Ayrıca Julianne Moore'un performansı da çok güçlüydü. Moore, aslında bu filmde 2 karakteri canlandırıyor ve bu 2 karakterin görünüş bakımından birbirine benzemesine rağmen, aksan ve davranış biçiminden birbirlerinden çok farklıydı. Bu yüzden film esnasında bu 2 karakterin birbirinden çok farklı olması bile beni etkilemeyi başardı.

    Son olarak fazla detaya girmek istemiyorum ama Matt Damon'ın karakteri, muhtemelen bu yıl sinemada izlediğim en sevimsiz karakterlerden birisiydi. Üstelik Damon'ın daha önceden Good Will Hunting veya The Martian gibi hep neşeli rollerde yer aldığını düşünürsek, bu filmdeki karakter onların tam zıttıydı ve Damon'ın oyunculuğunu daha da takdir etmemi sağladı.

    Son olarak film sürükleyiciydi. Birazdan sayacağım kötü yanlara rağmen Suburbicon, ilgimi çekmeyi başardı ve film süresince bu hikayenin nasıl sonlanacağını merak ettim. Bu konuda yönetmen George Clooney, kara komedi bakımından etkileyici bir atmosfer kurmayı başarmış.

    Fakat iyi bir atmosfer, güçlü performanslar ve bazı ilgi çekici şeylere sahip bir senaryo, Suburbicon'u harika bir film yapamıyor maalesef. Burada da filmin sorunları baş gösteriyor.

    Belki de film hakkındaki en büyük sorunum, ana karakterlerin fazlasıyla yüzeysel hissettirmesiydi. Çünkü film boyunca ana karakterler hakkında hiçbir şey öğrenemiyorsunuz ve bu yüzden yaşanan durumların hiçbirini umursamıyorsunuz. Hatta filmin konusunun ve fragmanın aksine, Suburbicon daha çok Gardner'ın çocuğu Nicky'nin perspektifi üzerinden ilerliyor. Fakat film boyunca Nicky, sadece bir şeyleri keşfediyor ve bu konuda hiçbir şey yapmıyor. Bu yüzden konunun ilerleyebilmesi için ana karakterlere ihtiyaç duyuyoruz ve onlar ekranda olduğunda da olabilecek en sıradan kişiliklere maruz kalıyoruz. Bu da beni senaryoya getiriyor.

    Bu senaryoda nelerin yaşandığı hakkında hiçbir fikrim yok. Bu film; Coen kardeşler, George Clooney ve Grant Heslov olmak üzere 4 kişi tarafından yazılmış, üstelik hepsi de Oscar ödüllü. Bu filmin senaryosu yaratıcı fikirler içeriyor fakat bunların büyük çoğunluğu kaçırılmış birer fırsatmış gibi hissettiriyor. Mesela bütün büyük olaylar Gardner'ların evinde yaşanırken Suburbicon sakinlerinin sadece onların siyahi komşularına yaygara koparması, filmin finalinde iyi bir mesaja bağlanabilirdi. Ama gerçekte ise film bütün bunları son saniyede geçiştiriyor ve hikaye nereye bağlanamayacağını bilmeden film sonlanıyor. Bu yüzden film boyunca kafanızdan "eğer filme bir katkısı yoksa, o sahne neden vardı" gibi düşünceler geçiyor.

    Senaryo hakkında son olarak, Suburbicon hakkında spoiler vermek istemediğim şey bakımından film, daha ilk dakikalarında nelerin yaşandığını açıkça belli ediyor. Ve bundan sonraki dakikalarda seyirci, yaşanan olayı çözmesine rağmen film hala bunlar büyük bir gizemmiş gibi, çoğu sahneyi gizli saklı bir şekilde geçiştiriyor. Filmin sonlarına doğru yaklaştığımızda da hikayenin aslında fasulye tanesi kadar bilindik bir şeyden ibaret olduğunu, hikayenin tamamına hakim olan ters köşe yapma içeriğinin fazlasıyla gereksiz olduğunu görebiliyorsunuz. Ayrıca bunlar bir yana, adı Suburbicon olan bir filme göre Suburbicon kenti daha fazla açıklanabilirdi. Çünkü filmi izlemiş olmama rağmen bu yerin lokasyonu veya içerisinde bulunan şeyler hakkında hiçbir fikrim yok. Bu basit hikayenin içerisinde bu yerin biraz daha ön plana çıkmasını isterdim doğrusu.

    Kısacası, Suburbicon'dan herkes kadar nefret etmedim. Matt Damon, Julianne Moore ve Oscar Isaac'in başarılı performansları, hikayenin içerisinde bulunan yaratıcı fikirler ve ilginç atmosfer filmi izlettirdi. Ama bunlara rağmen Suburbicon, kaçırılmış bir fırsat gibi hissettiriyor. Film, ana karakterlerini sürekli 2 boyutlu olarak gösteriyor, süresi boyunca elindeki mesajlarla ve ters köşelerle hiçbir şey yapmıyor. Günün sonunda da hiç de büyütülmesi gerekmeyen, etkileyici olamayan bir hikaye ile baş başa kalıyoruz. Eğer vizyonda ilginç bir alternatif görmek istiyorsanız bu filme bir şans verebilirsiniz ama geriye kalan herkes için Suburbicon, vakit kaybından başka bir şey değil. Bu yılın en büyük boşa kaçmış fırsatlarından birisi.

    FİLMİN İYİ YANLARI:

    + Performanslar.

    + İlgi çekici atmosfer, filmin sıkmadan kendisini izlettirmesi.

    + Senaryonun yaratıcı yanları.

    FİLMİN KÖTÜ YANLARI:

    - Hiç umursamadığınız ana karakterler.

    - İçerisine bir türlü giremediğiniz bir konsept.

    - Hiçbir yere bağlanamayan temalar, sahneler.

    TOPLAM PUAN: 5.2/10
    Cimayıl m.
    Cimayıl m.

    3 değerlendirmeler Takip Et!

    3,0
    14 Aralık 2017 tarihinde eklendi
    Şiddet sahneleri içermesine rağmen dünyaya demokrasi ihraç edenlerin medeniyet ve uygarlık düzeylerini görmek bakımından izlenebilir. Ne çok heyecanlı ne de çok sıkıcı...
    Daha Fazlasını Göster
    • En son Beyazperde eleştirileri
    • En İyi Filmler
    • Basın Puanlarına Göre En İyi Filmler
    Back to Top