Hesabım
    Suburbicon
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    4,0
    Çok İyi
    Suburbicon

    Hitchcokvari bir gerilim hikayesi

    Yazar: Murat Tolga Şen

    Hani derler ya, ¨artık eskisi gibi filmler çekmiyorlar¨ diye... İşte George Clooney’in yönetmenliğini yaptığı bir Coen Kardeşler senaryosu olan Suburbicon o özlenen eski usul filmlerden... Coen’lerin yazdığı ve Clooney’e başrol teklif ettikleri filmin, yönetmenliği de oyunculuğu kadar kıymetli olan aktörün filmi yönetmek arzusuyla yanıp tutuşarak rejisör koltuğunu ele geçirdiği ilginç bir yapım süreci var. Filmi izlediğinizde de bu motivasyona neyin sebep olduğunu açıkça göreceksiniz; George Clooney tek filmde bile olsa Alfred Hitchcock olmak istiyor!

    Peki, bu kötü bir şey mi? Kesinlikle hayır... Aksine, oldukça tatminkar bir sonuca yol açmış. Kutsal Amerikan ailesini, en büyük düşlerinden biri olan lüks banliyö hayatına taşımak ve orada keskin dönemeçlerle (twist desem daha mı havalı olacak) yol alan bir kabus hikayesi anlatmak... Bunu yaparken de yine Hitchcock’dan ilhamlanan asap bozucu bir mizah duygusundan medet ummak.

    Suburbicon, her şeyiyle ve hatta müzikal temasıyla bile bir Hitchcock filmi gibi duruyor. Günümüzde geçmeyen bir hikayeyi anlatması sebebiyle bu retro duygu film ilerledikçe çoğalıyor. Dar alanda kısa paslaşan entrikacı karakterlerden mamul film, bize aynı banliyöde iki aileyi göstererek başlıyor ancak bu iki aile birbirlerine ak ve kara kadar uzak (gerçekten öyle)! Beyaz ailenin babası odağımızdaki karakter, *WASP’lardan oluşan bir komünün asil üyelerinden biri... Görünüşte her şey mükemmel; yan yana dizilmiş müstakil evlerin tepesinde engin bir gökyüzü ve Hitchcock’un da çok sevdiği kocaman bulutlar var. Film bu mutlu banliyö hayatının ortasına siyahi bir aileyi sokuyor ve beyaz ailenin oğlu siyahi çocukla oynayınca işin rengi değişiyor.

    Suburbicon bir müddet daha Missisipi Burning filminin karasularında gezindikten sonra asıl istikametine yelken açıyor. Bu, giriş kısmında hissettirdiğinin aksine ırkçılık üzerine bir hikaye değil. Siyahi ailenin varlığının yarattığı öfke histerisi asıl olanları/olacakları gizleyen bir örtü... Bu filmde kendini çok akıllı sanan birileri korkunç bir plan yapıyor ve bu plan seyircinin nezdinde açığa çıktıktan sonrası bir entrikanın ifşasının acıklı senfonisine dönüşüyor. Yönetmen George Clooney bu aileden en az senaristleri kadar nefret ediyor belli ki. Onları yaptıkları plan çökerken acınası durumlara düşürmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyor!

    Bu anlar aynı zamanda seyirciye kendisini zeki hissetmek için verilmiş fırsatlar. Evet, bu bir Hitchcock hikayesi ama günümüz seyircisinin 60-70 yıl önceki kadar zeki olmadığından endişe edilerek sinir uçları tamamen açıkta bırakılmış. Bu da daha ilk yarım saatte bütün meseleyi anlamamıza yol açıyor. Dikkatli seyirciler sonuç bölümündeki sürprizi daha beyaz ailenin evinin basıldığı sekansın sonunda anlayacaktır. Film metaforlar konusunda da elini korkak alıştırmamış. Beyaz babanın dayak yediği ve gözlüğünün kırıldığı sekansta, yeni bir gözlük almak yerine aynı gözlüğü bantla tamir edip yapıştırmasından anlıyoruz ki bu tutması imkansız planı sürdürmeye devam edecek. Yine sigortacıyı halledip eve dönerken bindiği çocuk bisikleti bize bu imkansız planın artık iyice gülünçleştiğini gösteriyor. Filmde biri beyaz biri siyah iki ailenin yolları başta kesişiyor gibi görünse de hikaye başka uçlara yol alıyor demiştim ama siyahi ailenin varlığı senaryo içinde önemli. Bu bize ailesini felakete sürükleyen bir baba ile felaketlere göğüs gerip ailesini koruyan başka bir babanın arasındaki farkı gösteriyor. Evet, bu ırkçılık üzerine bir film değil demiştim ama aslında öyle... Irkçı beyazlardan nefret eden beyazların çektiği bir yapım olarak politik doğrucu bir tarafı var da denebilir. Senaryonun ırkçılık yapmayan iki beyaz karakterden birini (yaşlı olanı) filmin başında harcaması ama diğerini, yani çocuğu, siyah ve beyaz toplumu birleştirecek şekilde finale kadar koruması bize dünyayı gençlerin değiştireceği fikrini de aşılıyor. Bence de öyle... Kendi mesleğim söz konusu olduğunda, genç sinema yazarlarının bu işe getirdiği heyecana bayıldığımı yazmak isterim.

    Kritiğin sonunda, Suburbicon’ın eski usul polisiyelerden hoşlananların bayılacağı bir film olduğunun altını çizeceğim. Bazı karakterleri gözümüze sokup sonra unutsa da, meraklı ve keyifli bir seyirlik olmayı başarıyor. George Clooney, ortaya bir Hitchcock replikası çıkarmaktan zerre endişe etmeden heyecanla filmi yönetmiş, önümüze koymuş. Filmdeki özdeş karakterin bir çocuk olması da dönem filmlerinden alıştığımız bir durum. O çocukların büyümüş halleri için yapılmış bir film ancak ben genç seyircinin de filmi seveceğine eminim. Artık yaşamayan Amerikalı usta sinemacıların stillerinin terk edilmesine hayıflanırken karşıma çıkan bu örnekle keyiflendim. Hollywood, uçan kaçan, birbirini daha yere düşmeden pataklayan süper kahraman filmlerinden medet umarken büyük isimlerin bu hikayeler yönelmesi umut veriyor. Ne diyelim; çok güzel olmuş, böyle filmleri daha çok çeksinler. İyi seyirler!

    murattolga@otekisinema.com

    *White Anglo-Saxon Protestant: beyaz Protestan Amerikalı. Özellikle İngiliz kökenli üst sınıftan Amerikalıları tanımlayan bir terim.

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top