Nereye Aitim?
Yazar: Ayşegül KesirliMuhteşem kurgusu, Goran Bregovic'in müziği ve düşle gerçeği iç içe geçiren yapısıyla Emir Kusturica filmlerini hatırlatmıştı bana Hayat Treni (1998). Hatırlatmakta da haksız sayılmazdı hani. Birbirlerine oldukça benzer gelenek ve görenekler içinde yetişmiş iki yönetmenden daha meşhur olanına yakıştırıvermiştim filmi. O zamandan beri dünyanın değişik yerlerinde yaşayan Yahudilerin acılarını dile getiren yönetmen Radu Mihaileanu, yeni filmi Bir Şans Daha(2005)'da yine benzer bir konuya değiniyor. Filmde, Amerika ve İsrail'in işbirliği ile yürütülen Musa Operasyonu kapsamında, iç savaş ve yoksulluktan uzaklaştırılıp, ana vatanlarına döndürülmeye çalışılan Etiyopya Yahudilerinin öyküsü anlatılıyor.
Irkçılıktan milliyetçiliğe, dini fanatizmden Freudyen aile yapısına kadar sistemi ayakta tutan birçok konuya değinen Bir Şans Daha, yönetmenin bir önceki filminin kara mizahını içinde barındırmıyor. Bizleri çok daha farklı bir sinema dili ile karşı karşıya bırakıyor. Eleştirmek istediği toplumsal değerleri daha dengeli, daha alışılmış bir kurgunun içine oturtuyor Radu Mihaileanu ve böylelikle filmdeki çarpıcı geri dönüşlerden veya sürprizlerden çok, hikayenin izleyenlere yönelttiği sorulara ağırlık veriyor.
Filmi izlerken insanın kafasını en çok kurcalayan kavram "öteki". Bizden farklı görünen, davranan veya farklı inançlara sahip insanlara karşı takındığımız içgüdüsel tavır. Belki de felsefenin ilk sorduğu sorulardan biri: beni insan yapan şey karşımdakini de insan yapar mı? Etiyopya'dayken Yahudi oldukları için dışlanan, birer büyücü, cadı, kısaca "öteki" olarak algılananlar, kendileri ile aynı inançları paylaşan insanların arasına karıştıklarında siyah ve uygarlık dışı olarak görülüyorlar.
Bu durum günümüzde bile bir özelliğin bir insanı insan yaparken aynı zamanda bir diğerinin insan yerine konmamasına sebep olduğunun kanıtlanması belki de. Kavram, Bir Şans Daha'nın içinde, dini inançlarına göre aynı ataların çocukları olsalar bile farklı koşullar altında yetişen, değişik geleneklere sahip insanların ilk karşılaştıkları anda birbirlerini öteki olarak algılamalarının kaçınılmaz olabileceğini gibi iyimser bir düşünceyle dile getiriliyor ilk başta. Ancak baş karakter Schlomo'nun karşılaştığı her zorlukta farkına varıyoruz ki masumca başlayan bir yadırgama katı kurallar ve baskı ile ırkçılığa dahi dönüşebilecek bir güce sahip. Hem iyimser hem de kötümser tarafıyla karşımıza çıkan öteki kavramı çeşitli tekrarlarla filmin içine sindiriliyor ve günümüze uyarlanarak filmi sıkı bir toplum eleştirisine dönüştürüyor.
Schlomo'nun büyük bir yalanla başlayan medeniyet yolculuğu, inanmadığı, bilmediği Yahudi dinine mensupmuşçasına yerleştiği İsrail'de kendisini bir anda Fransız bir ailenin içinde bulmasıyla devam ediyor. Uygarlığın ilk adımı olan tokalaşmanın bile birbirinden farklı adetlerle yerine getirildiği böyle bir kültürün içinde çalışarak, inanarak, Yahudiliği ve uygarlığı öğreniyor. Bu durum filme zorlu bir adaptasyon sürecinden geçerek başarıya koşan birinin hayat hikayesiymiş gibi bir hava veriyor. Ancak Schlomo, sürekli kameranın odak noktası olsa da arka planda gelişen olaylar ve yaşadığı dönüm noktaları bizlere uygarlığın tek başına sıla hasreti çeken bir insanı mutlu edip edemeyeceğine, ister dinde ister milliyetçilikte olsun fanatizmin bir insanı veya bir ülkeyi nasıl bir duruma düşüreceğine dair derin düşüncelere sürüklüyor.
Bir Şans Daha, sisteme yönelik eleştirilerinin yanında psikolojik yönü de ağır basan bir film. Küçük yaşta hem annesini hem de anavatanını kaybeden bir çocuğun ilerleyen yıllarda ne gibi problemler yaşayabileceği ve kaybettiklerinin yerini nelerle doldurmak isteyebileceğiyle süslü. Filmin en güzel yanı ise bunları üzerine basa basa tekrarlamak yerine sadece görsel ipuçları ile bizlere sunuyor olması.
Yıllardır görmediği annesine bir sevgiliye yazar gibi mektuplar yazan, kaybettiği şefkati bulduğu Fransız bir anneyi gizli arzu nesnesine dönüştüren ve en sonunda ona neredeyse tıpatıp benzeyen bir kadında aşkı bulan Scholomo'ya "Nasıl oluyor da bu kadar çok anne seni aynı anda sevebiliyor?" tarzında bir soru yöneltilmesi boşuna değil. Burada sözü geçen ister gerçek bir anne ister bir vatan olsun hikayenin görsel diliyle birleşen bu psikolojik ayrıntı filmi şiirsel yapıyor.
Filmin başında henüz sekiz yaşındayken tanıştığımız Schlomo, film bitip kocaman bir adam olduğunda içimizden bir parçaymış gibi hissetmeye başlıyoruz. Karakteri çocukluğundan itibaren bizlerle tanıştırıp, hayatındaki tüm dönüm noktalarına bizleri de ortak eden Radu Mihaileanu, süresi hayli uzun ve zaman zaman düşük tempolu bir filme imza atmış olsa da izleyenleri hikayenin altında yatan anlam yoğunluğuyla besliyor. Ve filmden zevk almamak imkansız oluyor.