Vebali Senaristlerin Boynuna!
Yazar: Zafer İlbarsİnsanlık tarihinin en ürkütücü hastalıklarından biri şüphesiz vebadır. Özellikle ortaçağ döneminde korkunç bir salgınla ortalığı yıkıp geçiren bu dehşet hastalık, dönemin sanatçılarını da etkilemiş ve bıraktığı korkunç izler çeşitli sanat eserlerinin ortaya çıkmasına ön ayak olmuştur.
Veba, Avrupa toplumunun hafızasında silinemeyecek izler bırakmış olmalı ki, bir intikam öyküsü ekseninde ilerleyen Ölüm Tohumları orta çağda Avrupa nüfusunun yarısını öldürmüş olan bu hastalığın yayılma korkusunu günümüze taşıyor. Anlaşılan o ki, sanatın insanlara olan 'veba borcu' kolay kolay bitmeyecek.
"Fred Vargas'ın aynı adlı romanından uyarlanan film." şeklinde klasik bir başlangıç cümlesi iyi giderdi aslında. Bu kalıplaşmış tanımı yapmaktan kaçınırken, filmin bir roman uyarlaması olduğunu da çaktırmadan anlatmış olurduk (ve işte anlattık bile.).
Sıkı bir sadakatle bağlı kaldığı romanı sinemaya uyarlayan yönetmen, bunun her şeye rağmen bir polisiye hikaye olduğunu ve ortaçağda geçmediğini daha çok hesaba katsaydı keşke. Zira filmin polisiye bir filmin olmazsa olmaz kuralı olan 'aksiyon dozu' konusunda ciddi problemleri olduğunu söylemeliyiz. Romana sadakat elbette hoş bir düşünce kimi zaman, fakat sinemanın istediği bazı tavizleri vermek utanılacak bir aldatma teşebbüsü sayılamaz.
Hikayemiz, içgüdüleriyle tereyağından kıl çeker gibi olayları çözümlemesiyle meşhur komiserimiz Adamsberg'e odaklı. Kendisi yeni bir birime atanmış, teşkilatta herkesin güvendiği biri. 'Olur böyle vakalar, bizim Adamsberg yakalar' şeklinde bir güven duygusu yaratmış herkesin üzerinde.
Adamsberg, deyim yerindeyse adam gibi adam! Kendisine karşı tüm film boyunca hayranlık ve acıma duygusunu beraberce taşıyorsunuz. Zira Paris'e dehşet saçan bu retrofobik hastalıkla kendi yöntemleriyle başa çıkmaya çalışırken, diğer yandan Uzakdoğu orijinli fettan sevdiceği ile olan sorunlarını çözmeye çalışıyor. Özel hayatındaki bu sorunlar o meşhur içgüdülerini fena halde köreltiyor. Ama nihai kertede kendini toparlamayı her şeye rağmen başarıyor.
"Bir de madalyonun diğer tarafına bakalım" klişesini de çaktırmadan yazımızda kullanalım ve katil cephesine bakalım. Hesap sormaya dayalı intikam filmlerinde, olayı sanatsal bir performansa çevirmiş manyak katillerle karşılaşmaya epey alıştık.
Bu filmde de kapılara kapkara bir boyayla yazılan ters 4 rakamına, bir sesli ulak aracılığıyla meydanda okunan, itiraf ve dilekleri dillendiren şifreli edebi metinlere rastlıyoruz. Elbette bir Yedi kadar dokunaklı ve sarsıcı değil buradaki olay ama en azından bizi veba tarihçesi hakkında bilgi sahibi de yapıyor.
Filme katil özelindeki intikam ve kent halkı genelindeki kuşku duygusu yön veriyor. Bu iki güçlü duygunun arasında ise komiser yer alıyor. Komiserimizin özel hayatındaki sorunlar nedeniyle yaşadığı ruhsal sarsıntılar da insani yönden kendisine dokunmamıza yardımcı oluyor. Costa Gavras imzalı Ölümcül Çözüm adlı filmdeki olağanüstü performansıyla gönlümüzde yer eden Jose Garcia filmin en büyük artısı elbette. Ve Paris, ne kadar güçlü bir sinematografik şehir yapısına sahip olduğunu bize bir kez daha kanıtlıyor. O muhteşem dokusuyla filmde bize zaman zaman ortaçağdaymışız hissini yaşatabilmesi, içinde bulunduğumuz zamandan o vebalı eski günlere götürme sihrini yaratabilmesi gerçekten çok etkileyici.
Vasat bir film olarak niteleyebileceğimiz yapımın en büyük eksisi saklı kalan yanını çok çabuk ele vermesi. Kim bilir, belki de çoğu filmde bunun aksinin uygulanması ve sırrın bin bir takla atıldıktan sonra açığa çıkması söz konusu olduğundan böyle bir yol seçilmiş olabilir.
"Bu bir roman uyarlaması" savunması ise inandırıcı bir kaçış olamaz asla. Zira düğümün bu kadar kolay çözülmesinin seyircide bir tokluk hissi yaratmayacağı çok açık. Film, hikaye olarak iyi bir başlangıcın ardından nedense birden bire gereksiz bir biçimde hızlı ilerliyor. Bu hız filmin sürpriz yapma şansını da en aza indiriyor. Özellikle parlak bir sürprizin bu tür filmlerde olay örgüsünün önemli bir noktası olduğunu düşünürsek, çok temel bir koşulun filmde önemsenmediğini görüyoruz. Ne diyelim; vebalı filmimizin vebali, senaristlerin boynuna!