Hesabım
    Transamerika
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    4,5
    Muhteşem
    Transamerika

    Yine <b>Trans</b>it Geçilmiş <b>Amerika</b>’dan...

    Yazar: Ayşegül Kesirli

    Hollywood, bugüne kadar cinsel kimlik arayışıyla boğuşan bir çok karaktere ev sahipliği yaptı. Philedelphia ve Erkekler Ağlamaz'da olduğu gibi kimlik bunalımı yaşayan karakterler, birçok oyuncuya Oscar heykelciğini bahşetti. Bu Hollywood için bir nevi devrimdi aslında. Daha önce sadece bağımsız filmlerce sahip çıkılan cinsel kimlik tartışmaları, daha cesur sahnelerle daha büyük kitlelere anlatılmak üzere varlıklı stüdyolar tarafından kucaklanmıştı. Hollywood, kendi zincirlerini kırıyordu belki de. Fakat işin gerçeği, hiçbir zaman bu tartışmaları hakkını vererek savunmayı beceremedi kanımca.

    Sosyal sorumluluk sevdasıyla yola çıkan filmlerin çoğu, gerçeklik tadı bırakmadı damağımızda. Sadece garip bir oto sansür duygusu sardı izleyenleri. Herkesi memnun etme telaşı, en yaratıcı fikirlerin bile güme gitmesine sebebiyet verdi. Hele bir de transseksüellikten bahsediliyorsa, konu eninde sonunda hep eğlence sektörü ile bağdaştırıldı. Karakterler sahne ışıkları altında, abartılı makyajlarla gösterildiler. Gerçekliklerini kaybedip, yeni klişeler yaratmak için birer araç olarak kullanıldılar. Sanki onlar iç huzursuzluktan bir habermişler gibi, daima kendileriyle ne kadar barışık olduklarının altı çizildi, şen şakraklıkları gündeme getirildi. Transseksüeller, bu kargaşanın içinde ya komedi unsuruna dönüştüler ya da fiziksel normsuzlukları başlarına vurmuş eli baltalı katillere.

    Transamerika'nın konusunu ilk okuduğumda, Hollywood sonunda bütün bu genellemelerden uzak bir yapıma imza atıyor diye düşünmüş ve heyecanlı bir beklentiye kapılmıştım. Tootsie'de veya Kusursuz'da olduğu gibi çoğunlukla erkeklerin kadın kılığına girmesiyle canlandırılan transseksüel karakterlerden biri, karşımıza gündelik hayatında kadın olduğunu bildiğimiz bir oyuncunun cisminde çıkıyordu öncelikle. Ayrıca bu karakter şaşalı kıyafetler içinde kendini sergilemiyor, sadece "normal" ve "görünmez" olmak istiyordu.

    Bedeninden huzursuzluk duymanın ötesinde iğrenen Bree, Felicity Huffman'ın sözü bol edilen muhteşem performansı sayesinde daha da renk kazanmıştı. Ayrıca filmin prodüktörlüğünü Huffman'ın çok sevdiğim hayat arkadaşı William H. Macy yapmıştı. Filmi seyredene kadar kafam bunlar gibi daha pek çok artıyla doluydu. Sırf bu yüzden de izlediğim zaman hayal kırıklığına uğramam kaçınılmazdı belki de.

    Filmin konuya yaklaşımı gerçekten de takdir edilir cinsten. Bree, popüler Amerikan sinemasında görmeye alışık olduğumuz cinsten bir transseksüel değil; kültürlü, utangaç ve kurallara bağlı. Bu bağlılık onu genç yaşına rağmen gelişen ve değişen kültürel değerleri takip edemeyecek duruma sokuyor. Tepkilerinin ve despotluğunun kendisinden önce gelen kuşakları aratır cinsten olması da böyle açıklanabiliyor. Toplumun onu olduğu gibi kabul etmeyeceğinden o kadar emin ki, kendisi de transseksüelliğine karşı son derece tahammülsüz. Ne yürürken, ne otururken, ne de çalışırken bedeniyle uyum içinde. Fiziksel görünüşü ne kadar değişirse değişsin hala aynı kişi olduğu Stanley'den üçüncü tekil şahısla bahsetmeyi tercih eden Bree, buraya kadar başarıyla çizilmiş bir karakter. Abartılı derecede tutuk hareketleriyle karikatürize edilişi, filmin geneline hakim olan esprili dille de gayet paralel bir grafik çiziyor. Böylece hikaye, doğal ve sakin bir ritim tutturuyor.

    Bütün bunlara rağmen film kırılma noktasına geldiğinde seyircinin ilgisinde de bir kırılma yaşanıyor. Bree geçmişiyle yüzleşmek zorunda bırakılır bırakılmaz, tahmin edilebileceği üzere değişim çarkı da dönmeye başlıyor. Fakat bu çark öylesine süratli dönüyor ki bir noktadan sonra Bree'nin tepkileri anlamsızlaşıyor. Neredeyse tamamı yollarda geçen filmde, Bree her yeni şehri yeni bir bakış açısıyla karışılıyor ve işin garibi geçirdiği büyük değişimlerin yanında yaşadığı içsel sancılar pek hafif kaçıyor.

    Film her ne kadar cinsel kimlik ve kabul görme arayışının toplumun görünmez baskılarıyla nasıl şekillendiğini göstermeye çalışsa da Amerikan kültürünün hızlı yaşayan, çabuk tüketen zihniyeti, hikayeyi de hızlandırarak bu çabaya gölge düşürüyor. Amerika'nın çok kültürlülüğüne değinen, aile ilişkilerini ve banliyö hayatını sorgulayan bir film, sanki bu eforunu gizlemeye çalışırcasına alaycı absürd bir dil benimsiyor. Fakat benim fikrime göre ne yeterince absürdleşiyor, ne de altını çizmeye çalıştığı konuları bağıra bağıra söyleyecek cesareti buluyor kendisinde.

    Transamerika, çekim estetiğinden, konusuna dek bağımsız film kokan bir yapım olsa da seyircinin damağında Hollywood tadı bırakıyor esasında. Ortaya koyduğu argümanları yeterince iyi savunamamasını bir kenara bırakırsak bu tadı almamızın en büyük nedeni fazlasıyla gişe kaygısına düşmesi, izleyiciyi aydınlatmaktan çok eğlendirme amacı gütmesi. Keşke bu pek gereksiz eğlendirme endişesi bir kenara bırakılsaydı da, kadın olma telaşı içinde bir anneden çok baba otoritesine sahip Bree'nin birbirinden güzel kişisel ayrıntıları daha ön plana çıksaydı. Bana kalırsa böyle oturmuş bir karaktere yazık olmuş, Felicity Huffman'ın sınırsız eforu da sonuçsuz kalmış filmde. Hollywood'un transseksüellik anlayışı Transamerika'yı da vurmuş.

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top