Bol Kepçe İstanbul
Yazar: Ali ErcivanAnlat İstanbul, birbirleriyle bağlantılı 5 ayrı öyküyü anlatıyor. Ve bir masallar kenti olduğunu düşündüğü İstanbul fonunda, beş klasik batı masalının üzerine kuruyor öykülerini. Bunlardan ilki olan Fareli Köyün Kavalcısı'nda kendinden genç bir kadınla evli bir klarnetçinin; Pamuk Prenses'te öldürülen bir mafya babasının kızının; Külkedisi'nde bir prensin gelip kendisini kurtarmasını umut eden bir transseksüelin; Uyuyan Güzel'de biraz yemek bulma umuduyla girdiği köşkte hayal dünyasında yaşayan bir kadınla karşılaşan bir Kürt gencinin ve Kırmızı Başlıklı Kız'da hapisten yeni çıkan bir uyuşturucu kuryesinin öyküsü anlatılıyor.
Birbirleriyle bağlantı noktaları bulunan bu beş öyküyü, beş ayrı yönetmen filme çekmiş. Ama tüm filmin senaryosu tek bir kişiye ait. Uzun yıllar senaristlik yaptıktan sonra 9 ile yönetmenliğe geçen Ümit Ünal, senaryoyu yazmanın dışında ilk öykü olan Fareli Köyün Kavalcısı'nı da yönetmiş. Diğer dört yönetmen de onun gibi piyasada çeşitli işlere imza atmış başarılı isimler. Doğrusu her birinin de gayet temiz işler çıkardığını söylemek mümkün. Tıkır tıkır ilerleyen, işçiliği düzgün, ritmi yerinde bir film çıkmış bu beş parçadan.
İçlerinde sadece Ümit Ünal'ın kısmının fazla teatral bir anlatıma sahip olduğu eleştirisini getirebiliriz. Zaten bu sorun Ünal'ın elinden çıkan senaryonun genelinde de mevcut. 9'un konsepti içinde yerli yerine oturduğu için takılmadığımız ama burada kendini belli eden bir sorun var ortada: Anlat İstanbul, bütün derdini lafla anlatan bir film.
Külkedisi'nin Haydarpaşa merdivenlerinde ayağından çıkan pabucu ya da Uyuyan Güzel'deki köşkün duvarlarında asılı paşa ve eşinin resimleri dışında, görsel bir imgenin bir anlam veya masal dünyasıyla bağlantı yarattığına neredeyse hiç rastlamıyoruz. Öyküyü ilerleten, karakterleri anlatan ve masallarla ilişkiyi kuran hep diyaloglar. Sesini kapatıp izlediğiniz takdirde derdini anlamanızın mümkün olmadığı bir film karşımızdaki. Bu yüzden de akılda kalıcı veya etkileyici tek bir sinemasal an bile yakalayamıyor.
Temiz işçiliği, başarılı görüntü yönetimi, akıcı temposu ve istisnasız her biri başarılı oyuncuları sayesinde gayet düzgün bir seyirlik olması, bu gerçeği kaçırmamıza yol açmasın. Ortadaki senaryo bir radyo piyesinin metni gibi daha ziyade. Ümit Ünal kendi bölümünde bir yönetmen olarak da bu zaafı yeterince kapayamıyor aslında ama diğer yönetmenlere haksızlık etmeyelim. Hepsi de ellerindeki malzemeye hakim isimler ve filmi seyredilir kılmayı başarıyorlar. Neticede ortaya son zamanlarda yapılmış en seyredilebilir Türk filmlerinden biri çıkmışsa, kanımca sadece bu yönetmenlerin üslupları sayesinde.
Ama yine de göze batan bir örneğe değineyim mesela: filmin son kısmında Altan Erkekli'nin kavalını çalıp fareleri peşine takmadan önceki tiradı. Sadece enstrümanını çalmaya başlaması ve hep birlikte uzaklaşmaları bile derdini gayet basit ve sinemasal bir şekilde anlatabilecekken, Ümit Ünal neden onca laf kalabalığına ihtiyaç duyuyor? Bu laflar, varsayıldıkları gibi etkileyici ve şiirsel olsalar bile, bariz bir şekilde fazlalıklar ve böyle bir anlatım kesinlikle sinema değil.
Filme saldırıyor gibi gözükmek istemem çünkü pekala kendini izlettiren bir iş Anlat İstanbul. Mekan kullanımı özellikle başarılı. Göç sorunsalına ve alt kimliklere dair kayda değer sözleri var. Yukarda da değindiğim gibi, bütün oyuncular oldukça iyi. Aralarında sadece rolüne tam oturmayan birkaç kişi var.
Kabul etmeli ki Altan Erkekli, bir çingene müzisyeni değil; olamıyor. Ayrıca kendisine gereğinden fazla diyalog yazılmış olması da performansının gücünü zayıflatıyor. Mehmet Günsür, gayet iyi oynasa ve elinden geleni yapsa da bir mahalle delikanlısı değil; üstünde eğreti duruyor o kimlik. Ve aynı şeyi Güven Kıraç için de söyleyeceğim. Kendisinin belki de bu filmde en sevilen oyuncu olacağının farkındayım. Filmin iyilik perisi (İngilizce'de eşcinsel erkekler için kullanılan "fairy" kelimesi üzerinden kurulan iyi bir espri) yaşlı eşcinsel rolünde çok keyifli bir performans vermesine rağmen aslında o duruş, o kıyafetler bir şekilde üstüne oturmuyor, dolayısıyla rol yaptığını hissetmekten alıkoyamıyorsunuz kendinizi. Yani problem bu oyuncuların performanslarında değil, ya o rollerin üzerlerine oturmamasında ya da gereksiz (ve ağdalı) diyalog yoğunluğunda.
Bir itirazım da, bu filmin İstanbul'u değil sadece İstanbul'un marjinal bazı kesimlerini anlatıyor olmasına. Bunu yapıyor olmasına değil, sanki İstanbul hakkında bir son söze ulaşmaya çalışmasına itirazım. Bu uç örnekler İstanbul'un bir yüzü sadece, çehresi değil. Katılır mısınız bilmem.
Sonuç olarak, öyküleri ve işçiliği iyi, bu yüzden de gayet düzgün bir seyirlik Anlat İstanbul. İzlediğinize pişman olacağınızı sanmam. Ama akılda kalıcı bir sinema eseri değil yine de. Çünkü o güçlü öyküler görsellikten ziyade diyaloga dayanan bir şekilde senaryolaştırılmış. Kanımca sinema kelimelerin değil, resimlerin sanatıdır öncelikle. Salondan bir memnuniyetle ayrılmamıza rağmen kısa süre sonra kaçınılmaz olarak şunu fark edeceğiz: Bu filmden aklımızda kalacak tek bir resim bile yok yazık ki.