Seyredilebilir Kötü Filmler
Yazar: Ertan TunçMean Girls ve Freaky Friday filmlerinden aşina olduğumuz Mark Waters'ın son filmi Cennet Gibi, yönetmenin çok sevdiği bir yazar olan Marc Levy'i muhtemelen beğendiği filmlerle (It's a Wonderful Life, Boş Ev, Kiracı [Tenant]) düşünsel bazda birleştirme-bütünleştirme çabası olarak tanımlanabilir.
Reese Witherspoon gibi yeni neslin "romantik komedi sarışını" unvanı adayı (reddettiği film teklifleri düşünüldüğünde) durumundaki bir kadınla, yükselen popülaritesinden yararlanılmak istenen yakışıklı aktör Mark Ruffalo'yu bir araya getiren Cennet Gibi, Amerikan gişe filmi olmanın gerekliliklerini asla göz ardı etmeyen, 58 milyon dolarlık yarı tinsel bir romantik-komedi girişimi.
Aşırı derecede işkolik, otuzuna merdiven dayamış, güzel ve bekâr doktor Elizabeth Masterson (Reese Witherspoon) ile ölen eşinin derin acısını unutmakta güçlük çeken, sürekli düğün kasedini izleyip bira içen David Abbott (Mark Ruffalo) arasındaki fantastik bir ilişkiyi anlatıyor Cennet Gibi.
Öbür tarafla bu taraf arasında takılı kalan bir ruhun/hayaletin aşık olduğu erkekle beraber bu gizemli durumu çözmeye çabalaması, çok da yabancı olmadığımız bir konu aslında. İşinden başka tutunacak hiçbir şeyi olmadığı için, adetâ kendini kaybederek hastalarla ilgilenen fedakâr doktorun, bir de onu bir an evvel baş göz etmek maksadıyla "kanaması olmayan erkeklerle" bir araya getirmeye çabalayan evli bir kız kardeşi var. Bu da tanıdık. Eşini kaybetmiş adamla doktor hanımın beraber olacakları, birbirlerini ve hayatı bulacakları da tahmin edilebiliyordur. Erkeğin dikkat çekici, ilginç bir arkadaşı olması da bildik bir yan öğe.
Zaten topu topu altı-yedi kişi çerçevesinde dönen olayların Levy'nin If Only It Were True adlı çoksatan romanından çıkmış olması hayret verici çünkü eğer bu iyi bir uyarlama ise ki sanırım değil, karşımızda berbat bir kitap var. Peter Tolan ve Leslie Dixon'ın senaryolarının çok temel bir sorunu olduğu aşikâr. Filmdeki şaşırtmacalar, enteresan gelişmeler ve son kertede karşımıza çıkarılan çözüm, izleyicinin zekâsını küçümsemişe benziyor. Seyircisini aşağılayan bir sinemanın da affedilmemesi gerektiğini düşünüyorum.
Hem hayalet olacaksın ve örneğin bazılarına gözükemiyorsun diye, birine dokunamıyorsun diye, telefon edemiyor, haber veremiyorsun diye bir sürü çarpıcı gelişme olacak, bir de yastığa başını koyunca kafan yastığın duruşundan etkilenecek. Bu parasını, zamanını ve en önemlisi zihnini filme vermiş olanları üzer. Sadece Elizabeth'in ruhunun/hayaletinin kimlere gözüktüğü bile kafa karıştırıcıyken, hikayenin araştırma safhasında rastladığımız olayların klişe üzerine klişe içermesi büsbütün seyir zevkini baltalıyor.
Güzel San Francisco görüntüleri, muhteşem kıyafetler ve Jon Heder Cennet Gibi'yi aklamaya yetmiyor. Güzel bir kız, yakışıklı bir erkek, kulağa hoş gelen müzikler, sıcacık bir ilişki, romantizm ve yerli yersiz birkaç espri romantik bir komedi olmaya yeter ama iyi bir film olmaya yetmez.
Cennet Gibi, seyircisini kendi sorularıyla başbaşa bırakıp giden bir umursamazlık içinde ama bu vurdumduymazlığına rağmen cevapları merak etmeyenler için iyi bir seyirlik. İki başrol oyuncusu da rollerinin hakkını fazlasıyla veriyor, yönetmen göze batan bir yönetim kusuru sergilemiyor. Elizabeth ile onun son kullanma tarihinin geçmek üzere olduğuna yürekten inanan kız kardeşi Abby arasındaki ilişki biraz tanıdık olmasına rağmen eğlenceli anlar içeriyor. Sonuçta, manâsız çıkarımlara ve inandırıcı olmayan öğelere sahip olmasına rağmen ticari sinemanın kurallarına harfiyen uyduğu için izlenebilir bir film Cennet Gibi. Acı ama gerçek de bu: Hollywood seyredilebilir kötü filmler çekmeyi pek güzel başarıyor.