<b>28 Gün</b>’de Devrilen Alem
Yazar: Atıl AltaşYaşadığımız uygarlığın kırılganlığı üzerine olan 28 Gün Sonra, İngiliz yönetmen Danny Boyle imzasıyla b-tipi bir kıyamet sonrası hikayesi sunuyor.
Kıyamet: Son
İnsanlığın sonunun nasıl geleceğini düşünmek hemen her kültürde olan, insanoğlunun vaz geçemediği bir merak. Modern zamanlara kadar kıyametin doğadan geleceğine inanmayı seçen insanlar, modernite sonrasında kıyametin kendilerinden geleceğini düşünmeye başladılar. İnsan güçlüydü, zeki ve yaratıcıydı. Her anlamda alıp verme üzerine kurduğu zihinsel gelişiminin sonucu olarak, beraberce (ama sadece kabul edilen bireyler ile) oluşturdukları uygarlık oyununda bazıları piyon bazıları da şah oldular. Kıyametin, statü farkı gözetmeme gerceği, var olanın yok olması ile mutlak bir hiçliğe dönüşmesi fikri korkularımızın, inançlarımızın, sosyal yaşamımızın temelini oluşturdu. Başka bir doğa yaratabilecek fakat başka bir dünya gezegeni yaratamayacak olan insanın kendi elinde olan kaderini nasıl sonlandıracağı üzerine ise bir çok film yapıldı. Kimyasal silahlar ile gelecek son, atom bombasının radyasyonu ile güçlendi. Dünya gezegenini de yok edebilme gücüne ulaştığımızda anlaşıldı ki biz yeniden yaratan değil sadece dönüştüren ama bu dönüşüm işlemi sırasında tam anlamı ile yok eden canlılardık.
Kurulan bu uygarlık içerisinde şehirler kendine özgü bir öneme sahip oldu. Mimari ve gastronomi insanlığın en ilkel döneminden beri anılıyor ise (yaşamda kalabilme yetisinin sonucu olarak), uygarlık kavramının sonunu düşündüğümüzde de yine sadece mimari ve gastronomi elimizde kalan oldu.
Neler koyabilmiştik bu iki kavram üzerine? Bunların geçerliliği nereye kadardı? Yarattığımız kentlerin dev meteorlar tarafından yok edildiğini, okyanustan gelen tsunamiler ile Manahattan'ın gökdelenlerinin kumdan kalalere dönüştüğünü izledik. Amerika'nın kurduğu kendine özgü uygarlığının ve de kültürünün diğer ülkelerce nasıl olup benimsendiği farklı bir tartışma konusu fakat şu bir gerçek ki kıyameti konu alan filmlerde yok olan kentler uluslararası ortak bir bilincin sonucunda tüm insanlığın yok olmasını simgeledi. Bunu görmekten aynı zamanda haz alan insan, sahip olduğu yaratıcılık (daha önce dönüştürücü olarak degiştirsek de, bu kavramı yarat-mak sözcüğü ile ele almak konu bütünü içerisinde daha belirginleştirici olacaktır.) kadar yok etmeye eğilimli bir canlı oldundan, estetik görsellik ile sunulan bu görüntülerden keyif aldı.
Şimdiye kadar gördüğümüz yok olan kentler Amerika'nın kentleri iken Avrupa merkezli bir seçenek sunulmaması ilginçti. Bunu Danny Boyle küçük bütçeli filmi ile yapmaya çalışıyor ve bu cesareti kesinlikle takdir etmek gerekiyor.
Yaşam öyküsünün başlangıcı maymundan gelen ölümcül virus "rage" ile kıyametin gelmesi, insanlığın yarattığı en büyük yok oluş bildirgelerinden birine dönüşüyor. Bomboş bir Londra'yı izlemek kayıp şehir Atlantis'i anımsatırken, 500.000 dolarlık bir Ferrari'nin hurdaya dönmüş fotoğrafı kadar da hüzünlü.
Londra şehrinin hurdalığı; insansız ve kullanım dışı olması ve boşluğu. Bu boşluğun hiçlikle anılmasına az zaman kalmışken geçen 28 günün onbinlerce yıllık bir gelişimi yok etmek için yeterli bir süre olduğunu görüyoruz. Yaşam sistemi değiştiğinde, mimariyi güvenli bir barınak, gastronomiyi ise yaşamda kalmak için alınması gereken yiyecek oranı olarak düşünmek durumunda kalıyoruz. Metro istasyonlarında saklanıp, junk food ile beslenen postmodern insanların kıyametini ve bu durumda yapılması gerekenlerin tatbikatını yapıyoruz. İngiltere'nin ada olması kapalı alan korkularımızı ortaya çıkaran başka bir etken.
Filmin ilk yarısı şehirde geçerken ikinci yarısı ormanlık alanda geçiyor. Filmin kırılma noktası da burada kendisini gösteriyor. Kentin terk edilip diğerlerine ulaşma isteği olumlu sonuç vermiyor. Sonlara doğru kısıtlanmış sinamatografi karanlıkla bütünleşiyor. Aksiyon ve estetik anlamında İngiltere'de 28 Gün Sonra'dan kısa süre önce gösterime giren bir diğer İngiliz korku filmi Dog Soldiers'a öykünüyor.
Küçük romantik öykücüğü ve karakterlerin birbirleri ile kıyameti değerlendirdikleri sahneler (pek zeki olmayan bir grup insanın yorum çabası olarak görülüyor) filmin yavan tarafları. Film DV kamera ile çekilmiş, bunu avantaj olarak kullanan hareketli görüntüler kendine özgü bir aksiyon yaratıyor.
Zayıf sonu ise filmin düş kırıklığı yaratan başka bir çıkmazı. Farklılığını sonuna kadar koruyamaması filmin bir sorunu fakat görülmesi gereken estetik bu eksikliği kapatmaya yeter mi o size kalmış. Danny Boyle'un kariyerindeki filmleri düşündüğünüzde diğerlerini aşamayan fakat farklılıkları ile sizi etkileyebilen, düşündürten bir film.