Hesabım
    Pasajlar
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    3,0
    Ortalama
    Pasajlar

    Aşk her şeyi affeder mi?

    Yazar: Duygu Kocabaylıoğlu

    Eleştiri yazısı filme dair sürprizbozan/spoiler içerir. 

    Amerikan bağımsız queer sinemasının baş tacı yönetmeni ve sektör temsilcisi Ira Sachs’ın son filmi Passages (Pasajlar), Ocak 2023’te dünya prömiyerini yaptığı Sundance Film Festivali’nde hem seyircilerin hem eleştirmenlerin başını döndürüp, aklını çeldikten sonra, tabir-i caizse Türkiye dahil (bkz. 42. İstanbul Film Festivali) gezmedik memleket bırakmayıp, başta kendisine fon olarak aldığı Fransa dahil pek çok ülkede, geride bıraktığımız aylarda gösterime girdi. Ülkemizdeyse vizyonu es geçerek - oysa “Aşk Başkadır”la (Love Is Strange) ve “Küçük Adamlar” (Little Men) sınırlı da olsa seyirciyle buluşmuştu- doğrudan MUBİ Türkiye platformunda 6 Ekim 2023 itibariyle yayına girdi. Muhtemelen Başka Sinemacılar dahil hiçbir dağıtımcı Ira Sachs’ın güçlü ve cesur kamerasını beyazperdeye yansıtmaya yanaşamadı. Zira vizyona girebilse bile filmin, Netflix ile bir gecede eşcinsel olabilen kitlelerden mürekkep sevgili memleketimizde 18+ ile yayınlanması muhtemel; o da taşa tutulmamayı becerebilirse. Velhasıl, 21 yüzyıl Türkiyesi (!) için maalesef akıllıca bir karar ‘MUBİ vizyonu’... Ülkemiz sanat ikliminin geldiği hali pür mahali özetleyen bu küçük özeleştiriden sonra filmin kendisine dönelim...   

    Yönetmen Ira Sachs Pasajlar’da alameti farikasını koruyarak bir post-modern ilişkiler sarmalını, sinema açısından oldukça artistik dokunuşlar ve stilize bir üslupla beyazperdeye taşıyor. Senaryo ana çatısı, bir filmi yönetmeni olan Tomas’ın, evli olduğu grafik tasarımcı Martin ile olan ilişkisini, yeni tanıştığı Agathe ile girdiği tutkulu bir aşk macerasıyla sarsması üzerine kuruyor. 

    Baş karakter Tomas’ı (Franz Rogowski), -final sahnesi de dahil olmak üzere- özellikle özdeşlik kurulamayacak bir antigonist olarak kurgulayan Sachs, narsist, bencil ve insan olarak da toksikliğin beden bulmuş versiyonu olarak inşa ediyor. Bu bağlamda, içine girdiği ve çevresindeki insanları da içine sürüklediği ‘aşk üçgeninde’ asla kaybeden olmaya dayanamıyor ve insanı delirten bir “her şey hep benim olsun ve kimse buna itiraz edemesin”cilik ile hareket ediyor. Bu duygunun filmde arşa çıktığı noktalardan biri şüphesiz ki sevgilisi - kendisinden hamile olan- Agathe’nin (Adèle Exarchopoulos) anne ve babasıyla tanıştığı, daha doğrusu zorla sofraya oturduğu yemek sahnesi. Tomas’ın riyakarlığının her bir mimik ve jest ile özetlenebildiği bu sahne, seyirciye günümüz post modern ilişkileri ile ‘boomer’ diye küçümsenen nesil arasındaki -bu saatten sonra kapanması imkansız- uçurumu da gösteriyor.  

    Tabii ki ‘batı’ toplumundaki her bir birey Sachs’ın köşelerini iyice sivrelttiği Tomas gibi değil. Hatta bahsi geçen yemek sahnesinde masumiyet vs. mağduriyet arasında gelgitli çizilen Agathe’nin de, filmin en başında eski erkek arkadaşına nasıl (!) davrandığını hatırlarsak, bu bağlamda yönetmen -ve 

    Mauricio Zacharias ile ortak senarist- Sachs’ın teraziyi dengelemeye çalıştığını dahi dile getirebiliriz. Bu mevzuda bir diğer örnek de Martin’in yakınlık hissettiği yazar Amad (Erwan Kepoa Falé).  

    Ama genel çerçeveden baktığımızda post modern toksik ilişkileri ve hatta kişilikleri nerdeyse yek bir vücutta temsil eden Tomas’ın inandırıcılığı - ya da gerçekçiliği mi dememiz gerek?- filmin 90 dakikası ile sınırlı kalıyor maalesef. Bu bağlamda, çok sınırlı gördüğümüz Amad bile hatta Agathe’nin annesi Edith (Caroline Chaniolleau) karakterleri bile kendi içlerinde daha tutarlı resmediliyor. Söz konusu Tomas olduğunda ise yönetmen Ira Sachs, merkeze aldığı karakterin ve onun çevresinde anlattığı hikayenin kaçınılmaz boşluklarını, stilize bir sinemasal perdenin arkasına saklıyor. Sachs, seyirciye günlük bir Paris atmosferine yedirilen ve baş döndürücü bir hızla ilerleyen ilişkiler sarmalı sunuyor sunmasına ama salt kurguladığı o 90 dakika içine hapsolmamızı ve Tomas’ı orada anlamlandırmamızı bekliyor.  

    Oysa evli bir gey çift olan Tomas ve Martin (Ben Whishaw) beraber yazlık dahi almışlar; olası geçmişlerine dair elle tutulur yegane somut verimiz bu; ve demek ki birbirlerine olan aşk dolu tutkuları bir yana Tomas’ın duygusal dalgalanmaları bu kadar zirveye taşımamış ki evlenmişler. Zira Martin, ki onun da içinde bazı gelgitler olduğu belli, daha ayakları yere basan, kocası Tomas’a göre iş yaşamı daha elle tutulur ve akli selim olan karakter. İnsan, özdeşlik kurmaya bir adım daha yakın olduğumuz ve Ben Whishaw’un gayet başarılı biçimde canlandırdığı Martin’e, ellerini mahalle teyzesi gibi iki yana koyarak sormadan edemiyor, “E güzelim madem bu herif bunca gelgitli, toksik moksik karakterdeydi, ne başına dert evlendin?” Ira Sachs’ın bizim doğulu ve -doğal olarak- muhafazakâr mahalle teyzemize kendi üslubunca verdiği cevap ‘toksiklikten beslenen tutkunun yoğurduğu aşk ve cinsel çekim’ olarak karşımıza çıkıyor. Peki biz de, bir zamanlar bu topraklarda kendi batılı idolümüz olarak benimsediğimiz Özlem Tekin’in dizeleriyle soralım “Aşk her şeyi affeder mi?” Martin’in ve Agathe’nin Tomas’a verdiği cevabı filmin sonunda bulabilirsiniz sevgili seyirci.  

    Öte yandan, filmdeki oyunculuklar tüm bahsettiğimiz düzlemlerde ve kendi karakterleri bağlamında muazzam performans sunuyor. Franz Rogowski, tam bir anti kahraman olan Tomas’ı manipülatif, tahmin edilemez ve tam da bu yüzden çekici bir karakter olarak canlandırıyor. Gerçek bir “Evlat olsa eldivenle sevilir” performansı. Agathe ile kafamızda soru işaretleri yaratan Adèle Exarchopoulos ise Mavi En Sıcak Renktir’den bu yana yine leziz! (ki Mavi En Sıcak Renktir ülkemizde vizyona girebilmişti! ). Hepimizi vuran Adele karakteri neredeyse 10 seneyi aştı, köprünün altından çok sular aktı ama oyuncunun ifadesinde hemen hemen her karaktere farklı biçimde yansıtmayı başardığı o rönesans tablosu bakışı değişmedi. Bu noktada çok kısa görünmesine rağmen filmin kilit sahnesinde bakışlarıyla nefis bir performans ortaya koyan Caroline Chaniolleau’n da hakkını teslim edelim. Ustalık bazen böyle bir şey işte, senaryodaki yeri 3 dakika ama artı 40 küsür sene...  

    Çok uzun lafın kısası, Pasajlar (Passages), Ira Sachs’ın insan ilişkilerine dair hassas ve gerçekçi bir bakış açısı sunmayı hedefleyen filmografisinin son halkası olarak nitelendirilebilir. Ancak seyirciye sadece kendisinin görülmesini istediği kadarını gösteren kadrajları ile bizi günümüz post-modern ilişkilerinin karmaşıklığına dair bir yolculuğa çıkarmak isterken, ağırlıklı olarak toksik bir kişiliğin etrafında şekillenen ve arkasını pek de temellendirmediği bir öyküye saplanıp kalıyor.  

    İyi seyirler! 

     

    Daha Fazlasını Göster

    Yorumlar

    Back to Top