<b>Dünyanın Uzak Ucu</b>: Beklentilerin Peşinde
Yazar: Orkan ŞancıTanık, Ölü Ozanlar Derneği, Korkusuz, Truman Show gibi iz bırakan filmlerin yönetmeni Peter Weir, merakla beklenen büyük bütçeli savaş filmiyle huzurlarımızda: Master and Commander: Dünyanın Uzak Ucu.
Yıl 1805. Son hızla devam eden Napolyon Savaşları sırasında bir İngiliz gemisi, Pasifik açıklarında bir Fransız gemisinin saldırısına uğrar. Ağır yara alan geminin kaptanı Jack Aubrey(Russell Crowe), eve dönmek yerine intikam için Fransız gemisini takip etmeye karar verir. Film, bu takip sırasında yaşanan zorlukları ve Aubrey’in, yakın dostu Doktor Stephen Maturin’in (Paul Bettany) de yardımıyla bu zorlukları aşmaya çalışmasını anlatıyor. Ama yönetmen Peter Weir olunca 'uygarlıklar çatışması, kader, Tanrı inancı, erkek olmanın getirdiği sorumluluk ve huzura kavuşma çabası' gibi temalar, birer birer sahne almaya başlıyor.
Weir’in temalarının birkaçı, filmde kendine kolaylıkla yer buluyor. Çetin bir mücadele altındaki bir adam ve onun tüm zorluklara rağmen huzura kavuşmaya/intikam almaya çalışması. Kaptan Aubrey, Fransız gemisini takip etme kararının altında, kırılan gururunun olmadığını iddia ediyor. Yaşadığı bu çelişki ve kişiliğine dair diğer ipuçları, Doktor Maturin’le yaptığı konuşmalar sırasında ortaya çıkmaya başlıyor. İkisi de cesur birer savaşçı olmakla birlikte farklı arzuları olan insanlar. Ancak en sert tartışmadan sonra bile birlikte müzik yaptıklarında, birbirlerini tamamlayan yönlerinin bir kez daha farkına varıyorlar.
Bununla birlikte, kameranın arkasında Weir’in olduğuna inanmamızı zorlaştıran anlatımsal ve görsel sorunlar var. Anlatımdaki aksaklıklar, filmin temposuna önemli oranda zarar veriyor. Zira Weir, senaryo uyarlamasına da katıldığı romana, 'izlenebilirliğini' azaltacak ölçüde sadık kalmış. Gizemli tarihi roman yazarı Patrick O’Brian’ın 20 romanlık Aubrey/Maturin serisinin ilki ve 'Dünyanın Uzak Ucu' adını taşıyan onuncu bölümü, senaryonun omurgasını oluşturuyor. Filmin, romanların hayranı bir yönetmen tarafından çekilmesi, akıllara ilk başta Yüzüklerin Efendisi’nde müthiş bir iş çıkartan Peter Jackson’ı getiriyor. Ama Weir’in bu film için doğru tercih olduğundan şüphemiz var.
Hatırlarsanız, Hulk filmiyle ilgili yazımızda, iki tip yönetmen olduğunu söylemiştik. Bazı yönetmenler, auteur sinemasına bağlıdır ve çektikleri her filmi kendi filmleri yapmaya yeminlidir. Diğer tür yönetmenler ise, çektikleri filmin gereksinimlerine hizmet etme konusunda daha mütevazıdırlar ve önceki filmlerinde kullandıkları teknikleri filme hizmet edecek şekilde yerleştirmeyi seçerler. Sanırım, Master and Commander projesi, ikinci tür yönetmenini arayan bir filmdi. Her öyküyü, takıntılı olduğu temalara hizmet edecek şekilde uyarlamakta usta olan Peter Weir, bu bakımdan tartışmalı bir tercih gibi duruyor. Aynı şey tersine çevrilerek, usta yönetmenin bu filmi seçmekle hata yaptığı şeklinde de söylenebilir.
Tüm öykünün neredeyse tek bir gemide geçmesi, mekan kullanımı bakımından yönetmenin işini zorlaştırmış elbette. Ama, ayrıntılarla bu derece süslü bir roman filme aktarılırken çok daha minimalist bir yaklaşım gerekirken Weir, birçok sahneyi bol kepçe kullanarak filme yerleştirmiş. Öyle ki, 'bekri' Kaptan Aubrey’in yemek masasındaki sohbetleri, Doktor Maturin’in Darwin’den önce Galapagos Adaları’ndaki evrim gerçeğini keşfetmesi gibi sayfalar dolusu kurmaca metin, filmde kendine 'fazlasıyla' yer bulmuş. Kaptan Aubrey’in intikam hırsı ve Fransız gemisini takip etmedeki kararlılığı, bu sahnelerin uzun tutulması yüzünden etkisini yitirmiş.
O’Brian’ın romanlarında, hepsi tek romanda geçmemekle birlikte bu tip bilgiye dayalı ayrıntılı yan öykücükler, içeriği zenginleştiriyordu. Eğer yazarı O’Brian olmasaydı, buna renk katmaktan çok dolgu malzemesi olarak bakmak mümkün olabilirdi. Ama O’Brian’ın, İngiliz ve Amerikalı eleştirmenlerce en iyi tarihi roman yazarlarından biri sayılmasının nedenlerinden biri, ustanın, öykülerine bu tip, bilgiye dayalı yan öyküler bulabilecek kadar entellektüel birikime sahip olması. Dediğimiz gibi bir roman için övgüyle söz edilebilecek bu unsur, iş sinema yapmaya gelince daha minimalist bir yaklaşım gerektirirdi. Roman ve film gibi iki farklı sanat ürünü arasında bu açıdan bir fark yaratılması beklenirdi. Bu gerçekleşmeyince, yan öykücükler filmde dolgu malzemesi gibi kalıyor.
Weir, genel minimalist yaklaşıma burun kıvırırken bazı sahnelerdeki kritik minimalist tercihleriyle de akılları karıştırmış. Seyirci, filmi izlemeden önce 20 romanlık seriyi bilmek zorunda değil kuşkusuz. Oysa, yine kurgusal bir 'dam üstünde saksağan' vaziyetiyle geçiş yapılan kamarasındaki sahnede Kaptan Aubrey’in mektup yazdığı kadının kim olduğu yüzeysel kalıyor. Bu noktanın yani aşk/özlem temasının da işin içine sokulması, zayıf kalan dramatik yapıyı güçlendirebilirdi. Kaptan’ın, gemiye yiyecek getiren sandallardan birindeki genç kadına 'alıcı' gözüyle bakarken, gerçekte neyin özlemini çektiğini anlatmakta kullanılabilirdi. Cinsel ihtiyaç mı, kızın sevdiği kadını hatırlatması mı? Ne var ki film, tıpkı Aubrey’in gemisi Suprise gibi, Fransız gemisinin/seyircilerin beklentisinin uzağında kalıyor. Ee, dümene bir hobbit’i (Billy Boyd) geçirirsen olacağı bu...
Sizi bilmem ama sonu belirsiz filmlerden pek hoşlanmam. Gerçi Weir, Korkusuz ve Truman Show gibi filmlerinde, devamında neler olacağını merak ettirip perdeleri öyle kapatmıştı. Bizler de, filmin bıraktığı yerden sonra olabileceklere ilişkin kurduğumuz renkli hayallerle salondan ayrılmaktan pek de şikayetçi olmamıştık. Gel gelelim Master and Commander’daki zorlama final, olası bir devam filmine pas atmakla kalmıyor, Weir’in kafasındaki 'final' kavramına da uygun düşüyor.
Uyarlamada dikkat çeken ilginç bir nokta da var. O’Brian’ın, filme adını veren onuncu romanında Kaptan Aubrey’in gemisi bir Amerikan gemisiyle kapışıyorken filmde karşımıza bir Fransız gemisi çıkartılıyor. Olayın geçtiği yıl da öne çekiliyor. Tam da bunları düşünürken, konu uyarlama olduğuna göre, yazar ekibinin biraz daha serbest kalması fena fikir gibi gelmiyor. Örneğin, birbiriyle savaş durumundaki iki gemiden sadece birinin değil ikisinin birden atmosferinin yansıtılması, hele hele Fransız kaptanın da ruh halinin belli miktarda anlatılması, çok daha güçlü bir çatışma noktası yaratabilirdi. Hollywood’un çok sevdiği dramatik yapıdan devam edersek, Fransız kaptan rolü örneğin aklıma ilk gelen Kevin Spacey gibi en az Russell Crowe kadar usta bir isme verilip çatışma noktası daha da cazip hale getirilebilirdi. Ne var ki, bizden çok daha bilgili bazı prodüktörlerin, 'kötü' Fransızlar’a karşı ABD’nin şimdiki yakın müttefiki İngilizlerin tarihi kahramanlık öyküsünü perdeye olduğu gibi yansıtmak istemesini de anlayışla karşılamalıyız...
Bu arada, belki tesadüf, son zamanlarda izlediğim filmlerde 'kötü adam'ın sürekli Fransız olması dikkatimi çekmeye başladı. Matrix serisinin geveze koruma programı Merovingian’ın Fransız olmasının altında başka bir okuma daha var kuşkusuz ama vizyon sırası bekleyen SWAT’ın kötü adamını da onca seçenek varken/hiç gerek yokken Fransız yapmak, benim komplo teorilerine saygılı beynimde soru işareti yaratıyor. Hatta komplo teorisini daha da komplike hale getirip devam edecek olursak, son dönem filmlerde, Irak savaşı muhalifi Fransızlar’ın sürekli kötü adam olarak işlenmesi, Hollywood’un bir zamanlar çok sevdiği Alman ve Rus kötü adamların yavaş yavaş yerini alması, örneklerin artması halinde ayrı bir yazının konusu olabilir. Almanya ve Rusya da kuşkusuz, Irak Savaşı’na 'anlaşılır' sebeplerden karşı çıktı ama ülkelerinin bağımsızlığında rolü olan Fransızlar’ın muhalefeti, bazı Amerikalıların kalbini daha çok kırmış olmalı. Belki de tüm bu olasılıklar, bitirme tezi 'popüler sinemada ideoloji' olan eski bir sinema öğrencisinin yersiz tasasıdır, kimbilir.
Gelelim görsel sorunlara. İngiliz yönetmen Weir, fetiş temalarının yanısıra çerçeveleme ve kurgu masasında yaptıklarıyla da sinema dilini belli eden bir isim olarak bilinir. Oysa bu kez bırakın savaş sahnelerini, aksiyonun hızlandığı en ufak sahnede bile kamerası sınıfta kalıyor, geometri kayboluyor, hareketin devamlılığı ortadan kalkıyor. Kamerasını oyunculara yakın tutarak ve sık sık sallayarak seyirciyi geminin içine çekme fikri anlaşılır bir taktik gibi görünse de bunun başarılı biçimde peliküle aktarıldığını söylemek zor. Seyirciyi görüntülerden çok, son derece gerçekçi efektlerle döşenmiş ses bandı gemiye çekiyor. Ses ekibinde; Matrix serisine ve doğal sesin kimi sahnelerde bir oyuncu gibi öne çıktığı İşaretler’e imza atan Michael Mitchell & Richard King ikilisinin bulunduğunu söylemek, sanırız fikir verecektir.
Türk filmlerinde oyuncuların söylediklerinin bile doğru dürüst kaydedilemediği teknik olanaklarla karşılaştırıldığında, bu adamların neredeyse gemideki her vidanın sesini kaydedebilmesi, aradaki farkın sandığımızdan da büyük olduğunun göstergesi gibi. Ancak Weir’in, iş bilen teknik ekibine ve tüm süslü set tasarımlarına rağmen görsel anlamda beklenenin uzağında kaldığını üzülerek söylemeliyiz. Girişte isimlerini saydığımız filmlerinde hep farklı görüntü yönetmenleriyle çalışmasına karşın ortak bir gramer yakalamayı başaran Weir bu kez, 1981 tarihli Gallipoli’de birlikte çalıştığı Russell Boyd’u kameranın arkasına geçirmiş. Ne var ki, denizde seyreden iki gemi arasındaki çatışmanın çok farklı bir çekim tekniği gerektirdiğinin farkına vardıklarında, iş işten geçmiş olmalı.
Master and Commander, 140 milyon dolara yaklaşan bütçesiyle Peter Weir için bile büyük bir risk. Rolü için keman çalmasını öğrenen ve filmde enstrümanını bol bol konuşturan Crowe’un, özenli bir rejim sonucu kilo verdiği de açıklanmıştı. Ne var ki, onca kostüme rağmen Russel’ın göbeği yine meydanda. Maşallah gemiye sığmıyor.
Master and Commander, Peter Weir’in imzasını taşıması, başrolünde de Russel Crowe’un olması gibi iki büyük nedenden dolayı beklentilerimizi yüksek tuttuğumuz bir filmdi. Ama Weir formda olmadığı gibi Crowe da şaşılacak şekilde bazı sahnelerde rol yaparken yakalanmaktan kurtulamıyor (özellikle ilk yarım saatte, geminin her yerinde, her planda Crowe’un gösterilmesi oyuncuyu zor durumda bırakıyor. Burada Crowe’un rol yaparken yakalanmasının suçunu yönetmene yükleyebiliriz). Filmin temposu gereğinden fazla düşük tutulmuş, iç ritmi de bir çok yerde aksıyor. Crowe’un Akıl Oyunları’ndaki, aslında var olmayan oda arkadaşı Paul Bettany ise bu filmde varlığını fazlasıyla hissettiriyor. Jennifer Connelly ile evlenmeyi başararak antipatimizi kazanan İngiliz aktörün bu filmde, hayranlık uyandırıcı bir performans sergilediğini itiraf etmek gerek.
20th century Fox ve Miramax gibi iki dev markanın varlığı, özenli afiş çalışması/tanıtımı ve Weir&Crowe ikilisinin isimleri, tüm zayıf noktalarına karşın filmin gişe hasılatını ve en az birkaç Oscar adaylığını neredeyse garantiliyor. Ancak sonuç ne olursa olsun Aubrey’in gemisi, beklentilerimize asla yetişemiyor.