“Arkadaşım Hitler”
Yazar: Başak BıçakWhat We Do in the Shadows (2014) ve Hunt for the Wilderpeople (2016) ile kendine has bir üslup geliştiren Taika Waititi, altı dalda Oscar adayı filmi Jojo Rabbit ile mizah duygusunu bu kez Nazi dünyasına entegre ediyor. Christine Leunens’ın romanından uyarlanan ve küçük bir çocuğun gözlerinden Nazi Almanya’sına, Adolf Hitler’e, Yahudilere, Antisemitizme ve Alman milliyetçiliğinin söz konusu süreçte yarattığı “küçük canavarlara” satirik bir bakış atan film, yılın en iyileri arasına da adını yazdırmayı başarıyor.
Liah Greenfeld, “Milliyetçilik: Moderniteye Giden Beş Yol” isimli kitabının Alman Milliyetçiliği bölümüne şöyle bir giriş yapar. Marx’tan, Arndt’tan, Humbolt’tan ve hatta Fichte’den alıntılar yapan yazar, Fichte’nin şu sözleriyle devam eder: “Ancak Alman tek başına… Bir vatansever olabilir; o tek başına ülkesi aşkına bütün insanlığı kucaklayabilir; kendisini onun karşısına koyan başka her milletten insanın vatanseverliği bundan sonra insanlığın geri kalanına karşı egoist, dar görüşlü ve düşman olmak durumundadır.” [1]
1814 yılında ölen Johann Gottlieb Fichte bu sözleriyle, Napoléon hâkimiyetine karşı verilen kurtuluş mücadelesiyle doğan ve 1815 yılından itibaren varlığından gerçek manada söz edebileceğimiz Alman milli bilincinin ilk formunu özetliyordu aslında. 1800’lü yıllardan beri Avrupa sahnesinde var olmasına rağmen, Prusya’nın düşmesi ve İmparatorluğun dağılmasıyla epey geç bir tarihte ortaya çıkan fakat bu fikri benimseyen diğer ülkelere göre çok daha hızlı geliştiren Almanya, aynı hızda antisemitizmi de yerleştirdi. Her ne kadar antisemitizm, Nasyonal Sosyalist Partinin işlediği vahşi insanlık suçlarıyla bambaşka bir hal alsa da, esasen milli bilincin doğduğu ilk yıllarda “Yahudiler, Fransızlar ve Cahiller”, Alman milletinin karşıtları olarak görülmeye başlandı.[2]
İşte böylesine hızlı bir milliyet bilinci oluşturan ve bunun kökenlerini ekseriyetle “tepki” üzerine kuran Almanlar, tuhaf bir biçimde bu yazıyı yazdığım gün olan ve yıllar önce 30 Ocak’ta başa gelen Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin saldırgan tavrıyla milli bilinçlerini, asla geri dönülemez noktaya getirdiler ve tam da yukarıdaki gibi “vatansever, dar görüşlü, egoist ve düşman” bir nesil yarattılar. İşte Jojo Rabbit, bu neslin panoramasını, alaycı bir dille ama bir yandan da trajik bir anlatımla gözler önüne seriyor. Elbette İkinci Dünya Savaşı sırasında gerçekleşen soykırım ve bu esnada yaşanan insan hikâyeleri üzerine, çocukların gözünden de olmak üzere pek çok film yapıldı; hatta Hitler de daha önce pek çok kez mizah unsuru oldu ancak bir çocuğun belleğinde Hitler figürü ve Nazi “çılgınlıkları” bu denli sıra dışı ve zekice kurgulanmış bir mizahla ve aslında trajediyle çok az filmleştirildi…
Jojo Rabbit, 10 yaşındaki Johannes (Jojo) karakteri üzerinden öylesine absürt, öylesine sürreel bir dünya yaratıyor ve bu iki türü o kadar dengeli harmanlıyor ki nerede güleceğinizi, nerede ağlayacağınızı ya da hangi diyaloğun vurgusuna dikkat edeceğinizi şaşırıyorsunuz. Film, yukarı bahsettiğim Alman milli bilincini yansıtan basit bir örnekte olduğu gibi Nazilerin kendi elleriyle yarattıkları küçük canavarları ve onların dünyasını o kadar nokta atışı canlandırmalarla işliyor ki bu yüzden ben filmi salt bir Nazi/Hitler hicvi okumasına dönüştürmekten ziyade, çocukların şiddete meyli ve iyilik/kötülük kavramlarının belirsizliği üzerinden de değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum.
Jojo Rabbit, İngilizce konuşulan bir film olmasına rağmen absürtlüğünü en başından sergilemek istercesine The Beatles’ın “I Want To Hold Your Hand” şarkısının Almanca haliyle açılıyor ve Hitler Almanya’sının coşkulu Nazilerini gördükten sonra seyircisini Jojo’yla tanıştırıyor. Jojo, Nazilerin elinde eğitilen, bir bakıma askerleştirilen, beyni yıkanan ve Yahudi düşmanı bir makine haline getirilen bir çocuk. Annesi Rosie (Scarlett Johansson) evinde gizlice bir Yahudi kız barındıran gerçek bir Nazi karşıtı ancak söylemlerinde kaçınılmaz olarak Nazi taraftarlığı yapıyor. Bazen Jojo ile fikir ayrılıklarına düşseler de –çünkü Jojo iflah olmaz bir Nazi fanatiği- genelde düşüncelerini ondan saklayarak mevut konumlarını sürdürmeye çalışıyor. Her erkek çocuğu gibi Jojo’nun annesiyle olan bağı çok kuvvetli ki zaten onu finale doğru dönüştüren asıl olay da annesiyle olan bu ilişkisinden geliyor. Elbette Yahudi Elsa ile olan iletişiminin de katkısı büyük ancak en güçlü dönüştürücü, anne ve savaşın bitimiyle karşılaştıkları bana göre…
Bu noktada bir karakter olarak Jojo’yu okumaya en yardımcı figür ise Jojo’nun hayalinde yarattığı Hitler algısı… Jojo’nun en yakın arkadaşı olan Hitler, onun en zor zamanlarında hep yanında ve ona destek oluyor, Nazi inancını kaybetmemesini sağlıyor. Taika Waititi’nin canlandırdığı bu Hitler figürü, aslında tam anlamıyla Jojo’nun bir yansıması… Öyle ki Jojo’nun sürekli “Ben çirkin miyim?” sorusuna “Evet” diyerek, Jojo’nun kendisine olan bakışını da tasvir ediyor. Tıpkı bir çocuk gibi hareket eden, sürekli dans eden ve hatta filmin de asıl mizah duygusunu besleyen kişi olan Hitler, hem bir çocuk masumiyeti taşıyor, hem de çocukların şiddete meylini ve iyilik/kötülük kavramlarının belirsizliği durumlarında yapabileceklerini simgeliyor.
Bir süredir çocuklar ve onların saf bencillikleri, kötülük kavramının sınırlarından çoğunlukla bihaber oldukları için kolaylıkla kötülüğe meyledebilmeleri hakkında düşündüğümden, açıkçası Jojo’nun -eğitim sebebiyle ortaya çıkan- pür kötülükle olan ilişkisi ve bunu ancak kendisine yapılmış başka bir kötülükle karşılaştığında değiştirebilmesi üzerine yoğunlaştım. Jojo ve hatta arkadaşı Yorkie dâhil tüm Nazi kampına giren çocuklar, iyilik ve kötülük mefhumları ile bu kavramlarını çerçevesini doğru öğrenemeden büyüdükleri için şiddete meyilli oluyorlar. Burada aslında Jojo’nun tam anlamıyla diğer çocuklar gibi kör bir fanatik olamayacağının dolasıyla dönüşeceğinin sinyallerini aldığımız bir sekans var. Filmin başında Jojo, eğitim esnasında bir tavşanı öldüremiyor ve aslında Jojo’nun, arkadaşı Hitler’de barındırdığı masumiyeti, kötülüğün önlenemez gelişimine rağmen koruyacağını ifade ediyor. Benim için filmin en can alıcı sahnesi ise bu bahsettiğimiz kavram karışıklığının bir sonucu olarak çocukların kitap yaktıkları sekans oldu. İnsanoğlu eğitimden, iyilik/kötülük ayrımından uzak kaldığında, tıpkı Sineklerin Tanrısı’nda olduğu gibi vahşileşebiliyor veyahut Nazi Almanya’sında, George Orwell benzeri bir söylemle, cahilliğin erdem, kötülüğün iyilik, barışın savaş olduğuna inanan bireyler yaratabiliyor ve Jojo Rabbit, bunu hiç beklenmedik bir etkileyicilikle perdeye yansıtıyor.
Film öte yandan bir ayakkabı bağlama meselesi üzerinden Freudyen bir okumaya da olanak tanıyor ve Jojo’nun annesine olan Ödipal aşkını, onun yokluğunda, kendisine hem annesi gibi davranan hem de başka çaresi kalmadığı için sarıldığı yeni aşkı üzerinden açıklıyor. Hatta bu düşünceyi, önce annesiyle daha sonra da benzer bir konumda Elsa ile yaptığı danstan bile çıkarabiliriz.
Filmin mizah duygusunu ve dozunu özetleyen sahnesi, Hitler’in kendisini vurduktan sonra Jojo’nun imgeleminde de başından vurulmuş bir halde ortaya çıkmasıydı sanırım. Açıkçası beni Sam Rockwell’in canlandırdığı Nazi subayı Kaptan Klenzendorf’un yaptıklarıyla birlikte en çok güldüren detay bu oldu. Enteresan olansa, çoğunlukla mizahın sınırlarını zorlayan ve hatta bazen tehlikeli sularda dahi dolaşan film, kimi anlarda seyircisini ikilemde bırakıyor ve gülmekle/gülmemek arasında kafa karışıklığına dahi sebep olabiliyor. İşte tam da bu yüzden politik doğruculuk kurallarını hiçe sayan Jojo Rabbit, sıklıkla eleştiriye uğramaktan da kaçamıyor.
Oyunculuklara gelince… Filmin en büyük şansı kesinlikle ilk performansını sergileyen Roman Griffin Davis. Yönetmen Taika Waititi de onu Hitler rolüyle olabilecek en komik biçimde destekliyor fakat Scarlett Johansson’ın En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında Oscar’a aday gösterilen rolünün bir parça abartıldığı kanısındayım. Kesinlikle iyi iş çıkarıyor ama bir Marriage Story’deki devleşmiş halini görmek mümkün değil…
Son olarak, altı dalda Oscar adayı Jojo Rabbit’in, En İyi Film dalında adaylığının da manasız olduğunun ama bunun, Jojo Rabbit’i kötü bir haline getirmediğinin bilakis zeki mizahıyla kalbinizi fethedeceğinin de altını çizmeliyim. Sinemada deneyimleme fırsatını kaçırmayın derim…
[1] Liah Greenfeld, Milliyetçilik : Modernite’ye Giden Beş Yol, Alfa Yayınları, İstanbul 2017, s. 415.
[2] Greenfeld, s. 568.