Fransız Edebiyatının Aykırı Kadını
Yazar: Başak BıçakSundance Film Festivali’nde gösterildiğinde övgülere boğulan ve Keira Knightley’nin en önemli performanslarından biri olarak gösterilen Colette, nihayet vizyonda... Fransız edebiyatının en önemli isimlerinden Sidonie-Gabrielle Colette’in biyografisini ele alan film, yazarın hayatından önemli bir kesiti beyaz perdeye taşıyor…
Colette açılışını 1892 yılıyla, yani Fransızların Üçüncü Cumhuriyet dönemine tekabül eden ve tüm cumhuriyetler tarihinde, Birinci Cumhuriyetin kuruluş aşamasından sonraki en reformcu dönemde -öyle ki bu radikal reformlar Türkiye’de kurulan cumhuriyetin, Fransız Üçüncü Cumhuriyeti’nin bir replikası olarak inşa edilmesine sebebiyet veriyor- yapıyor. Fransız tipi laikliğin 1905 kanunuyla kesinleştirildiği; eğitim, sosyal ve ekonomik alanlarda çok ciddi devrimlerin gerçekleştirildiği ve toplumun tümüyle dönüştürüldüğü ancak Fransız devrimiyle doğduğu kabul edilen kadın hakları kavramının hala Fransız kadınlarına uğramadığı bir süreçte, tüm bu karmaşadan beslenen bir yazarın hayatına tanıklık ediyoruz. İşte Colette’in sorunu, tam da burada başlıyor, zira bu kaos dönemini ve diğer kadınların konumunu, bir kadının, hatta farklı cinsel tercihleri olan bir kadının hayatını anlatırken dahi arka planında işlemiyor ve kadının statüsünü, salt klişe Parisienne yaşantısıyla göstermeye çalışıyor.
Eğer Colette, tüm bu skandallarla dolu yaşamı ve kendi yaşadıklarından beslenen yarı otobiyografik eserlerin sahibi olmak yerine, deyim yerindeyse “klasik” bir yazar olsaydı, belki film bir parça daha anlam ve değer kazanabilirdi. Ancak böylesine çalkantılı bir hayat yaşamış ve bunu, tüm bu bahsettiğim toplumsal değişimlerin içerisinde gerçekleştirebilmiş bir kadının hayatını anlatan filmin, kendisini ve öyküsünü sadece ilişkiler üzerinden tanımlaması eksik bir bakış açısı izlenimi yaratıyor. Yönetmenin bunu tercih etmesindeki sebep çok açık fakat bana göre, zayıf bir değerlendirmeden daha fazlası değil.
Öte yandan Colette, yazarın hayatına dair bugüne dek dolaşan hemen hemen tüm söylentileri doğruluyor ve kendisi gibi yazar olan eşi Henry Gauthier-Villars’la olan ilişkisinden, yazarlığa ilk adımına, kitaplarının “Claudie Devrine” yol açmasına ve hatta aşk ilişkilerine değin, yazarın hayatındaki önemli ilk evreleri enfes bir sanat yönetiminin desteğiyle aktarıyor. Fakat bu noktada senaryonun ele aldığı kesit, sadece yazar eşinin gölgesinde kalmış, onun zoruyla yazı yazan ve aşk ilişkileri arasında kaybolan bir sanatçı portresi çizerken, Colette’i bir yazar ve bir kadın olarak hak ettiği yere de konumlandıramıyor. Bunca baskıya rağmen kararlarının peşinden gitmiş, kimseye boyun eğmeden hayatını dilediği gibi yaşamış, edebi olarak pek çok kişiyi etkileyen böylesi güçlü bir yazarın, sırf skandallarla tanımlanması ve aşk ilişkileri bağlamında değerlendirilmesi Colette’in temellerini zayıflatan bir diğer unsur oluyor.
Colette, tüm bu sıkıntılardan bağımsız olarak ele alındığında ise akıcı bir hikâye anlatımına sahip, görüntü ve sanat yönetimi ile takdiri hak eden, ancak Keira Knightley’nin alışılagelmiş donuk performansıyla şansını kaybeden bir dönem film olarak karşımıza çıkıyor. Filmin içerisinde, bittabi bilinçli bir tercihle, Akademi’nin son yıllarda rağbet ettiği bir tema var ve bu durum övgüleri, yerden göğe sığdıramamaları ve dolayısıyla pek çok kişi için hayal kırıklığını da kaçınılmaz kılıyor.
Beklentilerinizi yüksek tutmazsanız ve Keire Knightley’nin sıkıcı oyunculuğu sizi rahatsız etmiyorsa Colette’i, yazarın cesur kimliği için bile sevebilirsiniz… Aksi halde Colette, muadillerinin önüne geçemeyen, dönemine ve ülkesine damgasını vurmuş ünlü bir edebiyatçıyı, salt ilişkileri ve cinsel kimliği bağlamında değerlendirme kurnazlığına düşen ve bundan medet uman bir filmden daha fazlası değil.
Başak Bıçak – basakbicak@gmail.com
https://twitter.com/BasakBicak