80'lerin çılgın dünyası
Yazar: Duygu KocabaylıoğluDikkat: Yazı yer yer sürprizbozan içerebilir.
Hafif argo bir tabirle “1 koyup 3 almak” açgözlü insan doğasının yüzlerce, belki de binlerce yıldır düştüğü en açık tuzaklardan biri. Metası ister altın kesesi, ister ekip- biçtiği tarlası, ister borsa kağıtları olsun, elindekini kolay yoldan ikiye katlamak hepimizin rüyası! Fakat gel-gör ki bu tatlı rüya, eşyanın tabiatını aykırı...
Bu hafta ülkemizde Düzenbazlar Kulübü adıyla vizyona giren Billionaire Boys Club, benzer bir hayalin peşinde kurulan ‘saadet zinciri vari’ bir sistemin hikayesini ele alıyor; esinlendiği öykü ise Joe Hunt ve Dean Karny’nin gerçek hayat hikayeleri. Okul yıllarından arkadaş iki gencin, mezuniyet sonrası ayrılan yollarının tesadüfen kesişmesi, olay örgüsünü de ateşleyen fitil oluyor.
Aslında oldukça mütevazi bir hayatı olan ve dişini tırnağına takarak çalışan Joe, en basit tabirle Dean’in araladığı ‘karanlık taraf’ın kapısından kafasını uzatınca, oyunu başkalarının kartlarına göre oynamaya başlıyor. Ve senaryonun ikinci katmanı tam da bu noktada ortaya çıkıyor: lanet olasıca aidiyet hissi! Joe’nun çok parlak bir fikirmiş gibi ortaya attığı fakat emsalleri yüzyıllardır kalpazanlar tarafından kullanılan ‘BBC’; yani filmin adına da referans olan Billionaire Boys Club rüyası. Film, 15. dakikadan itibaren cevabı havada asılı olan bu gizemli soru çevresinde şekilleniyor: What is BBC stand for? / BBC'in açılımı nedir? Ya şöyle soralım; "Ben bu anlattığın BBC'ye binlerce dolar para yatırıyorum, sen benim paramı nereye harcıyorsun?" Tanıdık geldi mi? Tıpkı bizim 'tosuncuk' gibi Joe Hunt da, ilk etapta üyelerine 2 katı para kazandırıyor gibi görünürken, bu rüya balonunun patlaması çok uzun sürmüyor. Sahte değirmenin sahte suyu da bir yere kadar; sonrası tepetaklak aşağıya giden koca bir BUM!!!
Bu açgözlü ve ihtiyatsız yatırımcılar açısından olayın yıkıcı tarafı. İşin seyirci tarafından üzücü tarafı ise aşinası olduğumuz bu hikayenin sürprizlerden arındırılmış, düz anlatım biçimi. Filmde, senaryonun da ortağı olan James Cox yönetmenliği üstleniyor fakat filme bir yönetmen stili olarak kattığı neredeyse hiçbir şey yok. Oyuncular senaryonun kendilerine düşen bölümlerini hazır sette oynamış da, kameraman da kayda almış gibi duran maalesef düz bir akış var karşımızda. Oysa farklı bir kurguyla, senaryoyu farklı bir omurgayla ele alan bambaşka bir film izleyebilirdik; olmamış, olmadı. Bu yapı içerisinde filmin başrolleri Ansel Elgort ve Taron Egerton ellerinden geleni yapıyor ama karakterlerine bizi ısındıramıyorlar. Öte yandan filmin iki parlak isminden biri olan Kevin Spacey, oyunculuk dersi vermeden, hafif çatlak dolandırıcı karakterini en iyi biçimde canlandırıyor. Diğer öne çıkan isimse genç artist Sydney Evans karakterine hayat veren Emma Roberts. Roberts, bu düzenbazlık düzeni içerisinde - buna sanat dünyasının sahtekarlığı da dahil- süs bebeği gibi kalan Sydney karakterini bir şekilde öne çıkarmayı başarıyor.
Uzun lafın kısası, 80'lerin özgür ve çılgın partileri ve Andy Warhol güzellemesi gibi hoş atmosferleri de filmi kurtarmaya yetmiyor maalesef ve oldukça çarpıcı biçimde uyarlanabilecek bu hikaye, film tarihinde sıradan bir biyografik film olarak geçiyor.
twitter.com/duygukocabayli