Demirkubuz’dan, Bekleme Odası II...
Yazar: Murat ÖzerZeki Demirkubuz’un sevmediğim (bir adım ötesi nefret) tek filmi “Bekleme Odası” gösterime girdiğinde Radikal gazetesindeki eleştirimde şu ifadeleri kullanmışım: “Umarız Zeki Demirkubuz sineması, sonraki dönemlerde bir ‘Bekleme Odası 2’ ya da benzeri bir ürünle karşımıza çıkmaz. Çünkü insanoğlunun zaaflarını doğru noktalardan çekip sinemasına yansıtan, sezgileriyle hedefine ulaşmakta zorlanmayan, aynayı yüzümüze tutmak yerine bizi ayna haline getiren bir yönetmenin ‘kasılmalar’a tutsak olmasını hazmetmek kolay değil.”
Evet, 12 yıl ‘bekleme odası’nda zaman geçirdikten sonra geldi ne yazık ki “Bekleme Odası 2”, yani “Bulantı”. Birçoklarınca yerden yere vurulan “Kıskanmak” da dahil olmak üzere her filmini övgü cümleleriyle karşıladığım Zeki Demirkubuz’un ‘nazar boncuğu’ çalışması “Bekleme Odası”na kardeş gelmiş gibi görünüyor. Her ne kadar “Bekleme Odası” kadar ağdalı bir ‘sayıklama’ değilse de aynı sandalyeyi paylaşıyor “Bulantı”. Sinemacının kişisel ajandasından notları okurmuş gibi hissediyoruz, ki bu notların sinemasal karşılığı da pek güçlü değil.
“Bekleme Odası”nda bir yönetmenken, yani çok daha özyaşamsal bir durum söz konusuyken, “Bulantı”da bir edebiyat hocası olarak resmediyor kendini Demirkubuz. Bu seçim, hikâyeye belli bir mesafeden bakmamızı sağlıyor belki, ama herhangi bir iniş çıkışı olmayan rotada tekdüzeliğe kurban gitmekten kurtulamıyor film. Karısı ve çocuğunu bir trafik kazasında kaybeden ‘kibirli’ başkarakter, evliyken yaşadığı ilişkisini sürdürüyor, hiçbir şey olmamışçasına. ‘İyilik’ motivasyonunu bir ‘maske’ olarak kullanan adamımız, aslında ‘pislik’ denebilecek düzeyde bir ‘kadın avcısı’ (aslında ‘kadın düşmanı’ demek daha doğru) kimliği taşıyor. İçinde ‘fırtınalar’ kopuyor belki ama bunu anlamak için ‘müneccim’ olmak lazım. Demirkubuz, buna dair ipuçlarını gizliyor, hatta yok ediyor hikâyede. Bunu bir tercih olarak görüp takılmayabiliriz, ancak hikâyenin gidişatını etkileyen ve finalin ‘anlamlı’ olmasını sağlayacak tek şey de bu. Böyle bir ‘saklama kabı’ hamlesi, zaten ‘şaşırtmadan’ ilerleyen hikâyeyi iyice yavanlaştırıyor ve tekrarlara hapsediyor. Kahramanın karşısına çıkan bütün karakterlerin benzer ‘refleksler’le yüzleştiklerini görüyoruz. Bu ‘aynılık’ duygusu da ‘bilinçli’ bir tercihtir kuşkusuz, ama bize izleyici olarak verdiklerini tarttığımızda elimizde güçlü bir hissiyat bırakmıyor bu tercih de.
Zeki Demirkubuz sinemasının başlıca temalarından sapma yok aslında “Bulantı”da. Daha önce “Yazgı”da ya da “Üçüncü Sayfa”da ve tabii ki “Bekleme Odası”nda izlediklerimizin bir toplamı gibi bu film. 10. çalışmasını gerçekleştiren yönetmenin bir ‘filmler filmi’ çekmek gibi bir lüksü var kuşkusuz. Buna bir itirazımız yok. Ancak, bunu yaparken izlediği yolun içine bizi çekemediği de aşikâr. Başkaraktere tutunmaya çalışmaktan yoruluyoruz hikâyeyi takip ederken. Köşeleri fazlasıyla net biçimde belirlenmiş karakterin herhangi bir ‘esneklik’ taşımıyor oluşu, bir süre sonra filmden ve ‘temalar’dan uzaklaştırıyor bizi. Aslında ‘oyuncu’ olarak rahatsız etmiyor Zeki Demirkubuz, “Bekleme Odası”nın aksine. Seyirciden ‘empati’ beklemeyen karakterde sırıtmıyor, ‘varoluşsal’ çizgiye sadık kalan bir performans sergiliyor. Bizim asıl meselemiz, Demirkubuz’un o çizgide nasıl gezindiği değil, çizginin kendisi. Camus ve Dostoyevski harmanıyla yarattığı bu çizgi, belki bir metin olarak ‘okunur’ (hatta okunmalı) bir hava taşıyor, ama söz konusu sinema olduğunda ‘hikâye anlatımı’ problemleri devreye giriyor ve yerinde saymanın ötesine gidemiyor.
"Bulantı”nın ‘burjuva ahlâkı’ üzerine getirdiği eleştiriyse güme gidiyor bu toplam içinde. Vicdanını ‘üst perdeden bakan’ bir anlayışla oluşturan burjuva ahlâkına dair doğru tespitlerde bulunsa da, bunu bütün içinde ‘anlamlı’ bir röntgene çeviremiyor Demirkubuz. Evet, buradan bakınca bir ‘resim’ ortaya koyuyor belki, ancak bu resmin dağınıklığa teslim olduğunu görüyoruz. Yedi ölümcül günahtan biri olan ‘kibir’le hayat bulan karakterin yolculuğu, onu çevresine zarar veren (hırpalayan) ama ‘sorumluluk’ almayan bir noktaya savuruyor. Hikâyenin tekdüze bir rotası var dedik ya, o rotanın final hamlesi de işte tam da bu yüzden ‘inandırıcı’ olamıyor. Karakterin maskesini atıp ‘yeni bir ben’e kucak açmaya çalışması, vicdanının karanlık dehlizlerinden sızan ışığa tutunma çabası da havada kalıyor. “Ben yaptım, oldu” anlayışının sinema için ne kadar geçersiz bir bakış olduğunu da belgeliyor bu durum. O noktaya kadar sağlanamayan motivasyon, bir anlığına gaipten çağırıldığında askıda kalıyor, oradan alıp karakterin üzerine geçirmek de imkânsızlaşıyor.