Ne sahici ne samimi!
Yazar: Ali Ercivan-Yazı filme dair bazı sürprizbozan detaylar içerebilir...-
Duyduklarımız doğruymuş!
Deniz Gamze Ergüven’in ilk uzun metrajlı filmi Mustang, son derece hesaplı bir şekilde tam da batı dünyası için dizayn edilmiş, asap bozucu derecede oryantalist bir iş. Bu sene Oscar yarışında Fransa’yı temsil edecek olması da cuk oturmuş bu yüzden. Cannes’da gösterildiğinden beri yabancı çevrelerin yere göğe koyamadığı film, Türkiye’de kadınların, özellikle genç kızların yüzleştikleri baskıları ele alıyor. Ailelerini kaybettikten sonra amcaları ve babaanneleriyle beraber yaşayan beş kız kardeşin, okulları yaz tatiline girdikten sonraki birkaç aylık süreçte hayatlarının nasıl değiştiğini anlatıyor. Öyküsünü de Avrupa ve Amerika’daki potansiyel seyirciden maksimum acıma duygusu, kendi hallerine şükretme ve muhtemelen “cık cık cık cık” şeklinde tezahür eden yüksek sesli kızgınlık tepkilerini sağacak biçimde kuruyor.
Her şey okulların tatil olduğu gün başlıyor. Kardeşlerin en küçüğü ve filmin odak noktası olan Lale, tayini İstanbul’a çıkan öğretmeniyle vedalaşıyor. Daha sonraysa ablaları ve onların arkadaşı olan bir grup erkek öğrenciyle beraber deniz kıyısına gidiyorlar. Okul üniformalarıyla denizin içinde kızlı erkekli yapılan deve güreşleri, daha üçüncü dakikada insanı filme yabancılaştırıyor aslında. Kastamonu İnebolu’da yaşayan genç kızların bedenleriyle ilgili bu rahatlığının gerçekçi olup olmadığını bir düşünüyor insan. Ancak filmin bize sunduğu karakterler bunlar demek ki diyor ve öykünün bu şekilde tetikleneceğini anlayıp takılmıyoruz. Gerçekten de kızları deniz kenarında gören mutaassıp bir komşunun lafı yaymasıyla genç kızlar için cehennem gibi yeni bir hayat başlıyor. Baskılar artıp yaşadıkları ev gerçek anlamda bir hapishaneye dönüştükçe, en büyükten başlayarak kızlar birer ikişer evlendirilmeye başlayınca, kalanların tepkileri de büyüyor. En küçük Lale, içlerinde isyanı ve kaçma dürtüsü en baskın olan. Doksan dakikalık sürece bir genç kızın başına gelebilecek her türlü kötülük ve ataerkil tahakküm sembolü sığdırıldıktan sonra, kendini kurtarabilecek olanlar için tezahürat edeceğimiz yolculukla, bir nevi hapishaneden kaçış filmiyle karşı karşıya kalıyoruz.
1997 yılında Ferzan Özpetek’in Hamam filmine verilen tepkileri hatırlıyorum. Türkiye dışında ilgi görmek için bu kültüre dair envai çeşit oyuncakla filmini doldurduğu söylenmiş, aldığı ödüllere ve uluslararası ilgiye rağmen yurt içinde bazı sert eleştirilerle karşılanmıştı Hamam. O filme gösterilen reaksiyon, Mustang’den de esirgenmeyecektir herhalde. Ve bu tepkilerin çok haklı dayanakları var.
Peşinen söyleyeyim de yanlış anlaşılmasın, filmin derdiyle elbette problemim yok. Ataerkil yapı içinde hayatlarını kendilerinin inşa etmesine izin verilmeyen kadınların hakları için bir film ortaya koymak çok önemli. Bu filmin bir derdi de genç kızların cinsel kimliklerini ve bedenlerini keşfetmelerinde lanetlenip cezalandırılacak bir durum olmadığı gerçeği. Daha da ötesi, kendi yeğenine / kızına tecavüz edebilen adamların o kızların cinselliklerini özgürce yaşamak istediklerinde nasıl ikiyüzlü şeytanlara dönüşebildikleri meselesi… İşin ucu, bu topraklarda ve hatta Müslümanlıkta erkeklerin kendi cinsel zayıflıklarını nasıl kadınlara yansıttıklarına, kadınların da yüzyıllardır bu duruma boyun eğegeldiklerine kadar uzanıyor aslında. Bütün bunlara dair bir film yapmak değerlidir. Ama yabancılar göremiyor, hatta tam tersine filme bayılıyor diye biz karşımızdaki işin gerçeklikten kopuk, zoraki, sahte taraflarını teşhis etmeyecek değiliz. Sözü değil, o sözü sinemanın araçlarını kullanarak söyleyiş şekli problemli Mustang’in.
Karşımızda, her şeyden önce, Doğu Karadeniz’de geçen ama ana karakterler arasında kimsenin o toprakların insanı gibi davranmadığı bir öykü var. Lale’nin Trabzonspor maçı için heyecanlanması olmasa veya basın bülteninde öykünün İnebolu’da geçtiği yazmasa, bu bilgiyi karakterlerden çıkartmak mümkün değil. Söylediğim şeyin filmi zaman ve mekandan muaf, evrensel bir çizgiye taşıdığını iddia etmek naiflik olur. Bu daha ziyade öyküsünü oturttuğu toprakları gerçekten tanımıyor, dolayısıyla perdeye de yansıtamıyor olmakla ilgili bir zaaf. Amatör oyuncuların canlandırdığı bazı yan rolleri saymazsak, babaanne ve amca gibi ana karakterler de -bu rollerde izlediğimiz usta isimlere rağmen- tamamen havada, nereye ait oldukları belli olmayan tipler olarak kalıyor.
Esas problem ise sadece birkaç ay içinde, filmin doksan dakikalık süresine sığdırılmaya çalışılan dayatmalar silsilesi. Lise çağındaki üç kızı, yangından mal kaçırır gibi, ardı ardına evlendirme çabaları; düğünler ve intiharlar; cinsel tacizler ve kent meydanında arabada ayaküstü sevişmeler; yani işin gerçeklik duygusunu zedeleyecek ölçüde bir meseleye dair mümkün olan her şeyi söyleme gayreti… Adeta bir Mahsun Kırmızıgül filmi! Bir yandan Gezi’ye selam göndermeler, diğer yandan genç kızların bedenlerini cinsel fetiş objelerine çevirirken kantarın topuzunu kaçırıp yine ele aldığı coğrafyadan bihaber olduğunu gizleyememeler… Mustang’in kurguladığı durumların ve perdeye taşıdığı karakterlerin gerçekdışılıkları öyle bir noktaya varıyor ki film gitgide kendi kendisinin parodisi haline geliyor.
Amacı nedir bu öyküyü anlatmanın? Toplumsal ve kültürel bir soruna ayna tutmak, bu yolla bir şeylerin değişmesine katkı sağlamaksa, ancak bakışını çevirdiği coğrafyada bir şeyleri değiştirmektir herhalde amaç. Yoksa Fransız taşrasında değil. Fakat ortaya çıkan sonuç, kendi gerçekliğinden bu kadar kopuksa, herhangi bir amaca hizmet edebilir mi artık? Kaşıdığı oryantalist damar sayesinde yurtdışında övgüler toplayıp Deniz Gamze Ergüven’e uluslararası bir kariyerin kapılarını aralamak dışında… Bu yüzden ne sahici ne samimi ne de önemli bulmak mümkün değil Mustang’i. Varsın keyfini batılılar sürsün. Ödüller versinler, festivallerde beraber fotoğraf çektirsinler, vicdanlarını rahatlatsınlar. Biz almayalım.
Twitter: aliercivan