Güçlü kadınların, zor hayatları, güçlü filmleri...
Yazar: Duygu Kocabaylıoğlu2015 güçlü kadınların güçlü filmlerine tanıklık etti desek muhtemelen yerinde bir tespit olacaktır. Pek çoğunu dünya prömiyerini yaptığı Cannes Film Festivali’nde seyretme şansına eriştiğim Carol, Annem, Mon Roi, Alias Maria, Je Suis Un Soldat, Krisha ve Las Elegidas gibi filmlerin ortak noktası 2015 mahsulü olup, kendi hayatlarındaki zorluklara karşı dimdik ayakta kalmaya çalışan birbirinden çok farklı kadın hikayelerine ev sahipliği yapıyor olmasıydı. “Bağımsızcılardan” David O. Russell’ın Jennifer Lawrence’ı bir kez daha başrole taşıdığı Joy da tam bu minvalde başlayıp, devam eden bir “güçlü kadın” hikayesi.
Yaşam öyküsünden "Joy, Miracle Mop" ve "Huggable Hangers" ürünlerinin mucidi olduğunu öğrendiğimiz Joy Mangano'nun hayatından “serbest” biçimde uyarlanmış bir senaryo ile karşımıza çıkan David O. Russell, elindeki malzemeyi eğip bükmeyi haylice seven bir sinemacı. Aynı kadroyla (Lawrence’a ilaveten Robert De Niro ve Bradley Cooper) çalıştığı 2012 tarihli Umut Işığım’da da öykü Pat Solitano’nun hikayesiymiş gibi başlayıp ibreyi usta bir kıvraklıkla Tiffany’ye çevirmeyi başarıyordu. Öyle ki filmin finalinde Tiffany ile özdeşleşmeniz işten bile değildi, zira Pat’in varlığı sanki bu çılgın kadını ortaya çıkartmak için oradaydı. Yönetmen Russell, Joy’da ise tabir-i caize Jennifer Lawrence’ı uçurumların ortasında tek başına kalmış bir adacığın ya da kaya kütlesinin üzerine yerleştiriyor. Ama neyse ki orada bırakıp, karakterine arkasını dönüp gitmiyor.
Evet Joy Mangano tüm yaratıcılığı, bıkkınlığına rağmen içi gülen gözleri ve yorgun gülümsemesiyle, içinde nefes aldığı dünyanın çok dışındanmış gibi duruyor hikayede. Çevresindeki tüm siyahlar ise onun beyazlığını öne çıkartmak için daha da koyulaştırılmış gibi; psikolojisi bozuk annesi, en az onun kadar sorunlu babası, nefret dolu üvey kardeşi liste uzayıp gidiyor… Bunlara bir de onu hayallerinden uzaklaştıran erken yaştaki evliliği, çocukları ardından boşanması vs. eklenince insanın Joy olmadığına şükredesi geliyor! Jennifer Lawrence’ın oldukça güçlü oyunculuğu ile perçinlenen bu Joy portresine belli ki Russel içten içe aşık olmuş! Joy’u Russell’ın sevdiği kadar sevebilirseniz babası Rudy’den (Robert De Niro), finansman aradığı Trudy’den (Isabella Rossellini) ve üvey kardeşi Peggy’den (Elisabeth Röhm) de o ölçüde nefret edebiliyorsunuz. Üstelik Russell, De Niro’ya bu sefer daha fazla diyalog bahşetmiş; yine pürüzsüz bir oyunculuk ortaya koyduğunu eklemeye herhalde gerek yok.
Öte yandan, karakterlerin neredeyse monologa döndürdüğü bu diyalogları çok sevdiğini bildiğimiz yönetmen, bu tarzından ödün vermemek adına filmini kısmen boğuyor. Bir başka negatif unsur da başta seyirciyi çeken senaryo akışının filmin ikinci yarısında aksamaya uğruyor olması. Stüdyo çekiminde bile kafasının dikine giden Joy'u peşi sıra takip etmek istiyoruz fakat bu yer yer zorlaşıyor.
Filmin 1990’ların ABD tüketim kapitalizmine gelişi güzel savurduğu eleştirilerin yanı sıra feminist bir film olarak ne dereceye kadar okunabilir, o da tartışmaya açık. Dörtbaşı mağrur bir feminizm değil belki karşımızdaki ama karakter olarak güçlü ve toplum tarafından –ki bu çekirdek aile- baskıya uğrayan kadının yeniden ayağa kalkması olarak yorumlanabilir. Bu noktada bir parantez açıp filmin diğer düşmüş kadını anne Terry’nin (Virginia Madsen) Bir Rüya İçin Ağıt’ta seyrettiğimiz Sara Goldfarb (Ellen Burstyn) ile olan yapısal benzerliğine de dikkat çekelim. En azından Terry için çizilen final biraz daha umut dolu!
Uzun lafın kısası, ödüller sezonunda en çok Jennifer Lawrence’ın En iyi Kadın Oyuncu dalında rakiplerini zorlayabileceğini öngördüğümüz Joy, bu hafta sonu güçlü bir kadın filmi seyretmek isteyen seyircileri bekliyor. Pek yakında seyredeceğimiz Diren! Suffragete’e feminist okuma açısından bir ön hazırlık bile olabilir…