Yaratıcılık, kötü havalar ve canavarlar...
Yazar: Serdar KökçeoğluMüzik belgeselleri ikiye ayrılıyor: Bir müzisyenden, gruptan veya müzik türünden yola çıkarak hayata dokunan belgeseller ve markaların reklamını yapmaktan başka söyleyecek bir şeyi olmayan belgeseller. Bazen fazla dinlemediğiniz bir grubun belgeseli (The National belgeseli Mistaken for Strangers), veya artık dinlemediğiniz bir grubun belgeseli (Metallica terapisi Metallica: Some Kind of Monster) içtenliğiyle sizi çarpabilir; çok sevdiğiniz bir grubun belgeselini (We Are Modeselektor) ise sıradan bulabilirsiniz. Dünyada 20.000 Gün'ü izlerken, uzun konser bölümlerinde izlediğim iyi müzik belgellerini hatırladım ister istemez; bu anımsamanın sonunda da aralarına yeni bir belgesel daha katılacaktı.
Dünyada 20.000 Gün bir “Nick Cave belgeseli” değil. Şüphesiz, müzisyenin gruplarından, konserlerinden bahsetmeyi ve göstermeyi ihmal etmiyor. Ama belgeselin derdi daha çok sanatçılık, yaratıcılık, ilham veren şeyler ve hatta ilhamın anlamı üzerine konuşmak. Kentlerden, kentlerin kötü havalarından, canavarlardan, kiliselerden ve uyuşturucudan bahseden bir belgesel bu. Nick Cave müzisyen Nick Cave'i yaratan şeyleri gösteriyor bize; kitapları ve yazıyı önemseyen, şarkılarını birer hikaye gibi kurmakla yetinmeyip, senaryo ve roman yazan bir hikaye anlatıcısı o. Nick Cave belgeseli, izlerken notlar almak isteyeceğiniz türde kitap gibi bir belgesel. Ama kitap dediğimize bakmayın, belgeselin çağdaş sanat kökenli yönetmenleri, müzisyenin hayatına geçmişin hayaletlerini musallat ederken, rüyayı andıran bir atmosfer yakalıyorlar. Özellikle eski dostların arabada bir belirip bir kaybolması filmin düşsel atmosferini güçlendiriyor.
Hiçbir film, hiçbir belgesel kusursuz değildir ve bu doğal olarak olağanüstü örnekleri epey kalabalık olan müzik belgeselleri için de geçerli. Dünyada 20.000 Gün, Nick Cave'in erkekliği, erkek dünyasının kahramanlarını ve antikahramanlarını öven maço dünyasına çok uzak düşmüyor: belgeselde kadınların en uzun gördündüğü yer müzisyenin konserleri oluyor. Nick Cave'in hayatından geçen kadınlar adına sadece Kylie Minogue karşımıza çıkıyor. Ve filmin samimi, içten atmosferinde, güzel yıldızdan da samimi bir cümle duyuyoruz: 'Unutulmaktan ve yalnız kalmaktan korkuyorum.'
Festival gösteriminde kaçırdığım belgeseli Başka Sinema'nın harika salonunda biri radyo programcısı, biri ise çağdaş müzik üzerine çeviri yapan iki arkadaşımla beraber izledik. Sinema sonrası konuşurken hepimizin belgeselin farklı yerlerinden etkilendiği ortaya çıktı. Bu da Dünyada 20.000 Gün'ün çok boyutlu bir insanı anlatırken, yüzeysel yerlere sapmamış olmasının bir sonucu. İlhamın mistik değil, somut şeylerle ilgili olduğunu düşünen, bir kentin kapalı havasından ilham alan, canavarlarıyla barışık sanatçının daha uzun yıllar çalışmasını dileyerek sonlandıralım yazıyı. Sadece Warren Ellis gibi dostlarıyla müzik yapmaya değil, The Proposition ve Kanunsuzlar gibi senaryolar yazmaya da devam etsin. Cave'in kıyametimsi karanlık western senaryoları belgeselin konusu olmasa da, ileride ayrıca incelenmeyi hak ediyor.