Hesabım
    Aşk Uğruna
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    2,5
    Geçer
    Aşk Uğruna

    Aşkın Tedavisi Var mı?

    Yazar: Orkan Şancı

    Topluma ütopya diye sunulan şey, çoğu zaman kılık değiştirmiş bir distopyadır. Filmin en önemli cümlesi bu. Bir bilimkurgu olarak lanse edilen “Aşk Uğruna” ya da orijinal ismiyle “Equals”, son büyük dünya savaşından sonra hayatta kalan insanların geliştirdiği bir tür “hayatta kalma” öyküsü anlatıyor. Karar vericiler, insanoğlunun hayatta kalabilmesi için “duygularından arındırılması” gerektiğini düşünüyor. Hissizlik, ölümsüzlükle eş tutuluyor. Böylece savaş, fakirlik, şiddet bitiyor. Ya da öyle sanılıyor. Ama bitmeyen duygular da oluyor. Aşk oluyor, örneğin. Filmin geçtiği gelecekte, aşk da o hastalıklı duygulardan biri addediliyor. (Günümüzde de benzer fikri savunanlar mevcut). Ondan sakınılması, hatta gerekirse ilaç alınması gerekiyor. Dokunmak yasak. Dokunmayı istemek bile bir hastalık belirtisi. Oysa karar vericiler biraz bekleseler azıcık sabretseler; “aşk” da bitecek, yerini “üzüntü”ye bırakacak. Ama o duyguya da sabır gösterilmiyor. Filmdeki bu korkunç hissizlik içinde aşk’ı savunan tarafın seyirci olması isteniyor.

    Silas ve Nia’yla tanıştırıyor film bizi. Üst seviyede bilimle uğraşan bu iki genç, “hastalığa” yakalanır. Önce aynı ortamdayken birbirlerinden rahatsızlık duymaya başlarlar. Ama gözlerini kaçırabilecekleri kadar geniş değildir dünyaları. Sonra ilgi başlar. Sonra dokunma arzusu. Başbaşa kalma isteği. Aşık olurlar. Sonra her aşık gibi cesur olurlar. Sisteme karşı ölümü bile göze alacak kadar hem de.

    Böylesi distopik bir fikrin tanıdık gelmesi normal zira öykünün beslendiği damar, çok daha eskilere dayanıyor. Tek tip ve itaatkar insan üreten “1984’teki kabus gibi toplum yaşantısından tutun, “Fahrenheit 451” gibi insanlarda fikir/duygu uyandırması muhtemel eserlerin bile yakıldığı dünyaya, hele de işin içine “hissizlik ilacı” girdiğini göz önünde bulundurursak “Equilibrium”a fazlasıyla öykünen bir yapım “Equals”. Tüm bu damarlardan esinleniyor ama beslenemiyor. O esintiler gemiyi limana yanaştırmakta güçlük çekiyor.

    Peki neden böyle? Öncelikle senarist-yönetmen Drake Doremus “aşk”ı sevme, “aşk”ı önemseme, “aşk”ı masumlaştırma gibi kimilerince fazla naif bulunabilecek bir noktadan hareket ediyor. İnsanların birbirini sevmesinin sınırının olduğu, hamile kalmanın bile davetiye üzerine gerçekleştiği bir toplumda, birbirine “aşık” olan iki insanı önce tanımamız gerekiyor oysa ki. Mesele sadece güzellikse, başrollerdeki Nicholas Hoult ile Kristen Stewart’ın ve bu iki ismi filminde ısrarla birlikte oynatmak isteyen Doremus’un haklılık payı var. Zaten aradığımız da, doğası gereği neden-sonuç ilişkisinden bağımsız bir duygu olan “aşk”a tanım bulmak değil. Sorun, karakterlerinin iç dünyasını “boş yatakta geniş pencereler önünde uyanan yalnız insanlardan” öteye taşıyabilecek bir anlatımın eksikliği. Hiç tanımadığımız bu iki insanın aşkını önemseyebilmemiz isteniyor özetle. Oysa filmdeki toplumun öğütlediği bireyler gibi “hissiz” bir şekilde perdeye bakakalma riskimiz var!

    “Equals”ın bir metin dayanağı olarak ana duygu yani “aşk” kavramına bir yenilik getirme gibi bir niyeti de yok. (Romantik bir “1984” uyarlaması değil anlayacağınız). Çocukluklarından itibaren hissiz davranmalarının öğretildiği bir toplumda yetişen iki gencin, birden bire ateşli birer aşık haline gelmesini “doğanın evrime dayalı bir çözümü” olarak görsek bile o tutkunun, o müptelalığın kurulmaya başladığına dair sahneler, seyirciyi dramatik köprüye ulaştıracak merdivenler olmaktan çok uzakta. Her şey sanki bir anda olup bitiveriyor ve aslında kısa film olarak kalması gereken bir öykünün dakikalar ilerledikçe savruluşuna tanıklık ediyoruz.

    Ama film bunu da çok dert etmiyor aslına bakarsanız. “Aşk”ın ortaya çıkışı ve sistemin buna karşı oluşturduğu tepkiden sonra bir “kaçış” macerası da beklemeyin. Film pekala klişe bile olsa bunu da tercih etmiyor. Seyirciyi büsbütün garip sorularla başbaşa bırakıyor ki finalde seyirci ya cevapları arar ya da doğru soruları.

    Yönetmenle daha önce de çalışan Guy Pearce bu filmde kilit bir rolde. Yıllar önce “About A Boy” da Hugh Grant’e kök söktüren ufaklık olarak tanıdığımız Hoult, senaryonun kısıtlamaları yüzünden “dar alanda kısa bakışmalar”dan öteye gidemiyor. İyi bir kimya tutturduğunu söyleyebileceğimiz Kristen Stewart’ın depresif bakışları da keza öyle. Yönetmen Doremus’un 2011 tarihli romantik denemesi “Like Crazy”den bir tık geride bir işe imza attığını söyleyebiliriz. Üstelik senaryoda, 2009 tarihli “Moon” gibi bir bilimkurgu güzelliğine de imza atmış olan Nathan Parker’ın katkısına rağmen.

    Bol bol “rağmen”, “oysa” “aslında” ve “ama” kullandığımız böyle bir yazıya “rağmen” filmin kötü olduğunu asla düşünmeyin. Sadece beklentilerin altında kalan -ki beklentiler bazen kişisel olabiliyor- ve daha iyisi olabilecekken olamamış gibi duran bir film var karşımızda… İçinde aşk olan herşey kadar güzel, bir o kadar da hastalıklı.

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top