Amerikan Güzeli Yaşamın Renklerine Ulaşırsa
Yazar: Burak HatipoğluHollywood şaşırtıcı bir şekilde son iki sezondur hepimizin çok yakından bildiği "Amerikan Aile Değerleri"' ni yargılayan filmler piyasaya sundu. Geçen sezonun filmi "Pleasantville - Yaşamın Renkleri" , bu sezonun olayı ise "Amerikan Beauty - Amerikan Güzeli" .
Amerikalılar "kendini bulma" kavramı söz konusu olduğunda nedense pek yaratıcı olamıyorlar. İş cinselliğe geldi mi adamlar ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Benim için kendini bulma Tibet'te bilmem ne dağının tepesine çıkıp haykırmak olabiliyorken, Amerikalılar için sevgiliyle geçirilen ateşli bir gece veya dile getirilen bastırılmış duygular "renk değişimine" yol açabiliyor.
Her iki filmde temelde aynı konuyu işliyor. Örnek Amerikan çekirdek ailenin çözülmesi, anlayış yapısının ve o pek bir önem verilen ahlak anlayışının değişmesi.
Gary Ross imzalı "Pleasantville - Yaşamın Renkleri" daha geniş bir misyon yüklenmeye kalkıyor. Değişimin yanında, filmin bilhassa son yarım saatinde ön plana çıkan ırkçılık teması oluyor. "Renklilerin" mücadelesi ister istemez 60'lı yıllarda Amerika'da insan hakları adına verilen mücadeleleri, "Renksizlerin" aldıkları sert önlemler ise II Dünya Savaşı sırasında Nazilerin taktiklerini hatırlatıyor.
Aslında hiç de yeni şeyler anlatmıyor bu film. Kendine inan ve kendi bildiğinden şaşma, hayat çok güzel edebiyatı. Büyük değişim için J.D.Salinger'ın "The Catcher In The Rye - Çavdar Tarlasında Çocuklar" 'ını okuyun ( karakolun duvarına yapılan grafitiye dikkat ) ve cinselliğinizi doyasıya yaşayın. Bıraz dar bir bakış açısı. 50'li yıllar böyle sıkıcıyken acaba 2040'de yaşayan insanlar bizim hakkımızda ne düşünecek ? Sanırım "Eskiden herşey daha güzeldi" diyen büyüklerimizin bu filmi bizden önce izlemeleri gerekiyor.
Hızlı bir başlangıç kötü, hatta mahkeme sahnesi aklıma geldikçe çok kötü bir son.
Filmi izlerken eğlenmemin sebebi vermeye çalıştığı dar mesajdan çok bana hatırlattığı filmler oldu. Bir kere mekan ve gidilen zaman dilimi açısından "Back To The Future" (1985-1990) üçlemesinin ilk iki filmi aklıma geldi. Her iki filmde birer senaryo, kurgu ve zamanlama harikası oldukları için çok severim. Jeff Daniels'in işlettiği kafenin yerle bir edildiği sahnedede Spike Lee'nin "Do The Right Thing - Doğruyu Seç" (1989)'ini hatırladım. Filmde Afro-Amerikalılar mahallelerinde bulunan İtalyan pizzacısını basıyorlardı. Irkçılık her yerde ırkçılıktır işte. Kim yaparsa yapsın.
Amerikan yavrusuna gelince. Aileleriyle anlaşamayan, çözümü uyuşturucuda arayan grunge teenagerlar, cinsel yaşamları bitmiş orta yaşa ulaşmış, yıllardır bir yerlerini yırtmalarına rağmen mesleklerinde başarıya ulaşamamış Amerikalı karı-kocalar.İnsan daha dinlerken kendini kötü hissetmeye başlıyor.
Kevin Spacey'in canlandırdığı Lester Burnham kızının arkadaşını görünce kendi deyimiyle yirmi yıldır içinde bulunduğu komadan uyanıyor ( yine cinsellik ) ve hayatını değiştirmeye karar veriyor. İşini bırakıyor ( bu arada patronlarını tehdit ederek, para kopararak işi bırakmak yeni moda galiba bkz. Edward Norton "Fight Club - Dövüş Kulübü" . Denemekte fayda var ), vücut çalışmaya başlıyor ( evet gerçekten ), karısına olan nefretini açıkça dile getiriyor. Kendi uyanışını bu şekilde yaşıyor.
Karısı ise uyanışın mesleki başarıda ve iyi sekste ( bak sen ) olduğuna inanıyor, fakat yanıldığını ancak filmin sonunda algılayabiliyor. Onuda algılayıp algılayamadığından pek emin değilim aslında.
Verilmeye çalışılan mesaj en basit şekliyle "Yarın ne olacağımız belli olmaz, hayatı sevin" aslında. Bu filmde anlatım farklı sadece.
Filmden ne kadar çok insanın nefret ettiği dikkatinizi çekti mi ? Film bu insanlara kendi zavallılıklarını mı hatırlatıyor acaba ? Bilemem.
İzninizle.