Tek mekanda, dürüst ve içten bir karakter incelemesi...
Yazar: Oktay Ege KozakHemen hemen tümü tek oyunculu ve tek mekanlı geçen uzun metraj filmler furyası Locke ile devam ediyor. Genelde bir karakterin küçük bir mekanda geçen hikayesini anlatan bu filmlerden Buried, 127 Hours ve Wrecked’i örnek olarak verebiliriz. Bu tür projeler genelde oyuncular için zor olduğu kadar çekici de oluyor, çünkü onlara beyazperdede tek kişilik bir oyun sergileme imkanı yaratıyorlar. Ayrıca ekrandaki yıldız kim olursa olsun tek bir mekan ile çalışıldığı için bu filmler bütçeyi de düşük tutabiliyor.
Mekan limitasyonunun yaratabileceği klostrofobik atmosfer sebebiyle bu filmler genelde kahramanımızın yaşam ve ölüm arasında kaldığı gerilim hikayeleri yaratır. Buried’de Ryan Reynolds canlı gömüldüğü tabuttan çıkmaya uğraşır. 127 Hours’da James Franco iri bir kaya parçası elini sıkıştırdıktan sonra hayatta kalmaya çabalar. Locke’da ise bu tarz bir yaklaşımın gerilim değil de drama türü için kullanılması bu stile bir yenilik aşılıyor.
Filmin bütünü sakin kafalı, kendisini seven birer eş ve çocuklara sahip olan inşaat idarecisi Ivan Locke’un (Tom Hardy) çok önemli bir hedefe doğru tek başına arabasıyla gitmesini gösteriyor. Hayır, bu bir yaşam veya ölüm durumu değil, ama bir yaşamın başlangıcını ve belki de başka bir yaşamın ölümünü simgeliyor.
Locke, tek gecelik bir ihanetten sonra Londra’da bir kadını hamile bırakmıştır ve gece boyunca Londra’ya doğru sürüp doğum için orada olmaya karar verir. Yolculuk boyunca bir seri telefon konuşması ile hem ailesine bu durumu açıklamak, hem de deneyimsiz asistanına İngiltere tarihinin en büyük beton dökme projesinde yardım etmek zorunda kalır. Konu olarak bakarsanız Locke’un bütünü bu iki-üç çelişkiden oluşuyor.
Film, Eastern Promises ve Dirty Pretty Things gibi Londra’nın yeraltına giren muazzam dramaların yazarı Steven Knight tarafından yazılıp yönetilmiş. Kamera arkasında bir yazarın bulunduğu belli oluyor. Çünkü Locke, stilize görselliklerden çok karakter ve performanslara odaklanıyor.
Locke’un senaryosunun bütünü, Tom Hardy arabanın içindeyken birçok kamera ile kesinti olmadan baştan sona çekilmiş. Çekim boyunca ses aktörleri, Hardy ile canlı olarak telefon üzerinden konuşmuş. Bu prosedür, sanki bir tiyatro oyununun değişik performansları kayda alınıyormuşçasına bir kaç kere tekrarlanmış. Bu değişik versiyonlardaki en iyi performanslar kullanılarak filmin montajı yapılmış.
Knight’ın çekime olan bu yaklaşımı, gerçekçilik yaratmak bakımından çok başarılı oluyor. Bu sayede Hardy, kısa çekimler ile Locke’un hikayesini parça parça aktarmak yerine bir oturuşta karakterin geçirdiği duygusal yolculuğu yaşamış oluyor. Hikayenin ilerleyen noktalarında karakterin değişik psikolojik durumları daha hissedilebilir bir hal alıyor.
İşin sonunda Locke, kontrol teması üzerine giden bir yapım... İlk başta Hardy, en zor anlarda bile duygularını bastırabilen bir adamı canlandırıyor. Profesyonel ve kişisel yaşamı darmadağın olmaya başladığında bile hipnotik ve monoton tavrını bir an bile bozmuyor ve bütün bu karmaşaya rağmen herşeyin normale döneceğine inanıyor.
Ona göre ne olursa olsun bu beton dökme işi mükemmel bir biçimde hallolacak, ailesi bu bebek durumunu kabul edecek ve yeni çocuğunun annesi ile iki tarafın da kabul edebileceği bir anlaşma yapacak.
Fakat o karanlık ve acımasız otoyolda sürmeye devam ettikçe yavaş yavaş minnacık gibi görünen bir kararın bile bir insan yaşamını tamamiyle değiştirebileceğinin farkına varır. Filmin mükemmel sonu bize Mick Jagger’ın sözlerini hatırlatır, her zaman istediğimizi alamayız, fakat bazen ihtiyacımız olan şeyi alırız.
Steven Knight’ın usta senaryosu ve Tom Hardy’nin büyüleyen performansından avantajlanan Locke, dürüst ve içten bir karakter incelemesi sunuyor.