Hesabım
    Dağ
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    1,5
    Kötü
    Dağ

    Böyle bir dönemde, ihtiyacımız olan söylem bu mu?

    Yazar: Murat Özer

    Seyircinin milliyetçi duygularını kaşıyıp buradan ‘gaz verme' temelli bir bütün ortaya çıkarmak, sinemanın pek de yabancısı olduğu bir durum değil. Yedinci sanatın sessiz sinemadan bugünlere uzanan serüveninde, etki yaratmaya yönelik formüllerden biri de bu. Daha çok propaganda filmlerinin ilgi alanına giren bu yaklaşım, slogan atmayı ve bu sloganın arkasına saklanarak sinema diliyle pek ilgilenmemeyi getirir çoğu zaman. Temel mesele, sloganın etki edeceği kitleyi ayakta tutacak bir duygu (duygu seli) ortaya koymaktır. Bu noktada, sinemadan ziyade bir ‘niyet' doğrultusunda sıralanmış resimler görürüz beyazperdede. Bunu sinema sanatıyla buluşturup doğru bir açı yakalayanlar da olmuştur, ama genel toplamda bunların sayısının çok az olduğu da bir gerçektir.

    Sözünü ettiğimiz ‘slogancı' kulvarda kendine yer bulan Alper Çaglar'ın filmi Dağ, çoğunlukla Levent Semerci'nin Nefes: Vatan Sağolsun ile karşılaştırılıyor, ister istemez. Biz de öyle yapalım ve bu iki film arasındaki yedi farkı bulmaya çalışalım yazımızda, her ne kadar "Nefes" ile de sağlam bir bağ kuramamış olsak da.

    Nefes, sinemanın doğrularını az çok yansıtarak Dağ ile arasını çarçabuk aşan bir çalışma. Milliyetçi söylemini gözümüzün içine soktuğu kimi sahnelere (özellikle final sahnesi) sahip olsa da, genel atmosfer içinde temel derdinin bu olmadığını anlamak zor değil. Barındırdığı ‘çatışma' duygusunu hem aksiyon bölgesinde hem de karakterlerin ruhunda sağlamaya çalışan film, dolayısıyla atacağı sloganı nereye yerleştireceği konusunda telaşa düşmüyor, boşlukları doldurmak için ekstra bir çaba harcamıyor.

    Dağ ise, daha ilk kareden slogan atmaya başlıyor ve finale kadar da bu ısrarını sürdürüyor. Geriye dönüşlerle karakterlere bir ruh katmaya çalışsa da, bunların basmakalıplığı ve bir karakter oluşturmaya yetmeyecek oranda eksik oluşu, baştan sona iki karakter üzerinde yürüyen hikâye kurgusunu natamam kılıyor. Aslına bakarsanız, Alper Çağlar'ın elindeki hikâyenin herhangi bir şekilde tamamlanabileceğine dair bir umut da yok! Her şey, "Bir ölür, bin doğarız!" sloganını atabilmek için; başka da bir niyet sezilmiyor bu hikâyeden.

    Filmin bir ‘kaçış/kurtuluş' formülü üzerinden yürümeye çalışması, başlangıç olarak göze batan bir durum değil. Sıkça karşımıza çıkan, iyi yapıldığında da seyre değer olabilen bir yaklaşım bu. Ancak bunu yaparken, iki asker karakterin kaçış rotasına sinemasal hiçbir durak koymuyor Alper Çağlar. Elindeki sinema için mükemmel duran ‘karlı dağ' gibi bir malzemeyi heba ediyor, iki askerin içine bakabilmemizi sağlayacak doneleri de ortaya koyamıyor. Taban tabana zıt sınıflardan gelmelerine karşın tektipleştiriyor iki askeri. Bulundukları konum itibarıyla bunun gerçekliği kabul edilebilir belki, ama buradaki ‘aynılık'ın bir amaca hizmet etmediği de aşikâr.

    Dağ'ın sinemasını bir kenara koyarsak, yapmaya çalıştığı şeyin tehlikeli sularda gezmek olduğunu söyleyebiliriz. Bir arada olmaya, aynı havayı solumaya en çok ihtiyacımız olduğu bir dönemde, böylesi ‘ayrıştırıcı' bir hamlede bulunmak, pek de yenilir yutulur bir şey değil. Evet, kanadını belli edip dürüst bir tavır takınmış olabilir, ancak baştan sona tutunduğu ‘düşman' olgusunun altına ateş atarak bölünmeyi hızlandırma işlevi üstleniyor. Niyet mi yaptırıyor bunu ona, yoksa ticarî refleksler mi derseniz, verilecek bir cevabımız yok. "Belki de her ikisi" diyerek kaçabiliriz bu sorudan...Peki bu noktada ihtiyacımız olan bu mu? Birbirimizi keselim, asalım, kurşunlayalım, açlıktan ölmelerine göz yumalım, ölenlerin ardından göbek atalım... Doğrusu ya, vicdanımız iyice pas tutmuş, yatacak yerimiz yok! İşin kötüsü, bunun da pek farkında değiliz...

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top