Tanrı’nın IMAX Gazabından Korkacaksın!
Yazar: Duygu KocabaylıoğluBu yıl 77 yaşını devirmesine rağmen, büyük bütçeli, hit Hollywood yapımlarının gözde yönetmen ve yapımcı kuşağında (ki Clint Eastwood ve Martin Scorsese bu konuda kankaları) dimdik ayakta durmaya devam eden Ridley Scott, son destansı epiği Exodus: Tanrılar ve Krallar ile 2014’e sağlam bir kapanış selamı yolluyor.
2012 tarihli Prometheus’u Yaratık serisinin hayranları tarafından çeşitli eleştirilere maruz kalırken, geçtiğimiz sene çektiği, bol yıldızlı kadrosundan dolayı “gişe odaklı” biçiminde yaftalanan Danışman ise yönetmenlik dili açısından tam bir hayal kırıklığıydı. Filmografisinde bol kepçe aksiyon, dram ve epik hikaye görmeye alıştığımız Scott’ın Exodus ile eni konu kallavi bir işe kalkıştığını belirtmek gerek. Salt anlattığı dini ve tarihsel hikayeden dolayı değil, senaryonun gerektirdiği görselliği ve oyunculuğu peliküle layıkıyla aktarabilme yetisi Scott’un halen ne kadar büyük ve önemli bir yönetmen olduğunu kanıtlıyor.
“Semavi dinlerde kutsal yeri olan peygamberleri beyazperdede daha dünyevi insanlar olarak çizme" yaklaşımı aslında Martin Scorsese imzalı Günaha Son Çağrı filmine kadar geriye uzanıyor. 2004 tarihli Tutku: Hz. İsa’nın Çilesi ise gayet içimizden çıkabilecek bir anne-oğul ilişkisine tanık olurken, yine bu sene salonlara gelen Darren Aronofsky mamulü Nuh: Büyük Tufan, insanoğlunun ikinci atası olan Nuh peygamberi gayet yanlışları, zaafları, bocalamaları da olabilecek bir ademoğlu olarak çiziyordu. (Hatta “dünyayı kurtarma misyonu yüklemekten” bıkmadığımız, Superman’den Örümcek Adam’a hemen hemen tüm çizgi roman kahramanlarını da, yeni nesil yeniden çevrimlerde ‘insanileştirmek’ Hollywood senaristlerinin yeni modası haline geldi.) Özellikle Oscarlı senarist Steven Zaillian’in kalemi ile fark yarattığı ve Bill Collage, Adam Cooper ve de Jeffrey Caine’den oluşan senaryo ekibinin imzasını taşıyan Exodus ise Yahudiler’in peygamberi Musa’yı tastamam bir insan olarak önümüze getiriyor.
‘Her kılığa girebilen aktör’ sıfatını layıkıyla taşıyan Christian Bale’i başrolde seyrettiğimiz film, Musa’yı ya da İbranilerin sesleneşiyle Moşes’i önce Mısır Krallığı’nın sadık generali olarak seyirciye tanıtıyor. Sarayda, gelecek Firavun II. Ramses ile beraber büyüyen Musa, Mısır hanedanın bir parçası olarak benliğini bulmuştur. O bu topraklara aittir, bu yüzden kendisine rivayet edilen ‘liderlik’ kehanetini de ciddiye almaz. Üstelik ne Mısırlıların Tanrılarına ne de köle olarak hizmet eden İbranilerin tanrısına inancı vardır. Filmin Musa’ya biçtiği bu arka plan ve karakteristik bence ayrıca önemli; zira sadece kendisine ve insani değerlere inancı olan Mısırlı bir savaşçıdan, peşinden hiç tanımadığı yüzbinlerce insanı sürükleyecek İbrani bir peygamber çıkartmak zor iş!
Velhasıl Firavun’un kulağına Musa’nın aslında İbrani soyundan geldiği fısıldanınca, Musa kendisini çölün ortasında sürgün edilmiş olarak buluyor. Filmin esas kırılma noktası ise, inançsız Musa’nın Tanrı ile ‘yüzleşip’, seçilmiş kişi olduğunu idrak edişiyle başlıyor. Bundan sonrası İbranileri Mısır halkına karşı harekete geçirme, geçirirken bolca aksiyon yaşama ve karşılığında hükümdarlığının sallandığını gören II. Ramses’in İbranilere uyguladığı zulmün artması şeklinde giderken, mevzuya Tanrı’nın parmağı değiyor! Zira Musa bildiği tüm askeri taktiklere rağmen, Firavun karşısında çaresizliğe düşüyor ve Tanrı “Sadece izle!” diyerek IMAX kameralarının şimdiye kadar kaydettiği en çarpıcı afetleri bir bir zalim Mısır halkının üstüne salıyor. Filmin görsellik ve anlatım açısından en etkileyici anları da tabir-i caizse bu ‘Tanrı efekti’ oluyor. Eski ve Yeni Ahit hikayelerinden yola çıkarak kana bulunan Nil, ölen balık sürüleri, istilacı kurbağalar ve hatta gökten taş yağması gibi Tanrı’nın pek çok gazabı Ridley Scott’ın filminde üstümüze üstümüze geliyor. Sırf bu sahnelerin IMAX etkisi için bile sinema bileti parasına değer! Bu anlamda film kesinlikle sinema perdesinde izlenmeyi hak ediyor.
Filmin Tanrı’yı suretleştirip Musa’nın karşısına çıkartması ise yapımın muhtemelen en çok tartışılan yönlerinden biri olacaktır. Semavi dinlerin kendi tutucu çevreleri Exodus’un Tanrı yaklaşımını, en kibar haliyle ‘laubali’ olarak nitelendirebilecekken, insan zihninin sınırlarının yetmediği ‘Yaradan’ kavramı bence bu filmle sinema açısından oldukça ‘anlaşılabilir’ bir kılıfa yedirilmiş. Öte yandan Musa’nın aidiyet duygusundan dolayı, soyundan geldiği İbranileri kendi halkı gibi görmemesi ne kadar gerçekçi yansıtıldıysa, aşık olması ve aile kurması da bir o kadar yapay kalmış. Oyuncu kadrosunun ırkçı seçimlere göre yapıldığı eleştirilerinin yanı sıra göze batan eksilerinden biri de bu olsa gerek.
Bu anlamda eğer film ırkçıysa sadece Mısırlıları canlandıran oyuncuların ten rengi değil, Mısır medeniyetine dair kültürel eksiklikler de devreye giriyor. Evet, girişte de belirtildiği gibi piramitlerden heykellere halen hayranlık duyulan tüm inşaat yapılarında İbraniler yüzlerce sene köle olarak çalışmış olsa da, Mısır medeniyetinin yabana atılmaması gereken bir kültürel birikimi de vardı. Kütüphaneler, gökbilimi ve tıbbi gelişmelere dair detaylar filmde ya hiç yer almıyor ya da alay konusu olarak kullanılıyor.
Oyunculuklar açısından Bale’in yanı sıra II. Ramses Joel Edgerton ve Nun rolünde Ben Kingsley pürüzsüz oyunculuklar sergiliyorlar. Tanrı’dan gelen bela da olsa görsellik muazzam; dini propaganda yapmadan bir dinin doğuşu ve bir kavimin göçü ancak bu kadar anlatılabilirdi. Tamamen tarafsız değil ama senenin en iyi epik filmlerinden biri olduğu da aşikar.
twitter.com/duygukocabay
limonluk.net