"Şiddete meyyalim vallahi zevkten!" mi?
Yazar: Duygu KocabaylıoğluEğer “dünya çapında çok satan roman” benzeri bir sıfatınız varsa günümüz dünyasında beyazperdeye uyarlanmanız kaçınılmaz. Bu ister Hollywood olsun ister yerli sinema sektörü, belli bir kitleyi kendisine çekmeyi başarmış edebiyat eserlerinin sinema perdesinde hayat bulması, en basit tabiriyle kitap okuyucularının gişede de bilet kestireceği garantisini almak demek. Beklenti düzeyi ne olursa olsun, bir kitap hayranı “acaba ?” sorusunu cevaplandırmak için o gişede kuyruk olacaktır. Bu hafta sonu içinse malumunuz kuyrukları E.L. James’e ve Grinin 50 Tonu’na borçluyuz!
Baştan belirteyim ki eleştirimi roman-film karşılaştırması yapmadan kaleme alıyorum; zira merak etsem de bu romanı okumaya bunca zamandır sıra gelmedi. Ama Grinin 50 Tonu’nu salt sinema kaideleri içerisinde değerlendirmek de o kadar zor değil. Öncelikle karşımıza 18+ yaş sınırlandırması almış olan, kısmen erotik içerikli film olduğunu bilerek salona giriyoruz. Geçtiğimiz sene Lars von Trier’in İtiraf filminin ülkemizde genel vizyonda tamamen yasaklandığını hatırlarsak, ABD’de “Rated R” kategorisiyle vizyona giren Grinin 50 Tonu için gelen bu yaş sınırlandırması (dünyanın geri kalanıyla da karşılaştırılınca) şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olan anlatılan hikayenin ve anlatım tarzının, sınıra takılan çıplaklığın ve cinselliğin içeriği ile uyuşmaması.
Lafı dolandırmadan ifade edersek, Grinin 50 Tonu filminin hedef kitlesi aslında 14-21 yaş aralığındaki genç kız/kadın okur kitlesi. Çünkü, en azından geçişlerini başarıyla canlandıran Dakota Johnson’ın hayat verdiği Anastasia Steele karakteri bu yaş skalası için tam bir rol model. Çekingen bir üniversite son sınıf öğrencisi olarak, genç, zengin, yakışıklı ve kendi şirketinin başında oturan bir işadamının kız arkadaşına dönüşmek, evrensel olarak tüm genç kızların iştahını kabartacak bir şablon. Öykünün pratiklerinden dolayı içerdiği cinsellik bir yana, en nihayetinde karşımızdaki tam bir aşk hikayesi var sevgili seyirci. İkinci bir Alacakaranlık (Twilight) hezimeti değil belki ama demin adını zikrettiğimiz Trier’in İtiraf’ındaki psikolojik ve sosyolojik çözümlemelerin, ya da David Cronenberg imzalı Çarpışma’daki sistem eleştirilerinin en ufak bir kırıntısı bu filmde yok.
Anastasia aşık olduğu adama sevgiyle yaklaşmaya ve onunla ‘normal’ bir ilişki kurmaya çalıştıkça Christian Grey sadizm ve şiddetle kutsadığı ve romantizmi karıştırmadığı cinsellik anlayışını sadece ‘Ben buyum!’ cümlesiyle açıklıyor. Oysa yere daha sağlam basan bir arka plan hikayesine, psikolojik alt metinlere ihtiyaç duyuyoruz Ana’nın “neden?” sorusuna karşılık. Patolojik bir yönü olması elbette gerekmez - kitapta varsa onu da ben bilmiyorum- ama kitaptan bağımsız filme gidecek yetişkinler için Christian Grey çok havada kalan bir karakter maalesef. Gerek karakter bütünlüğü olsun gerek ‘zevklerim oldukça tuhaftır’ cümlesinin içini sevişme sahnesinde saç çekme, popoya şaplak atmayla doldurması gerçekten düş kırıklığı! Jamie Dornan’ın kusursuz denebilecek fiziği, Grey’in kusurlarını örtmeye maalesef yetmemiş. Kardeşi Elliot rolünde 3 sahnede görünen Luke Grimes’in bile daha inandırıcı olduğunu ifade etmek gerek. Oturmamış anne Carla (Jennifer Ehle) Christian‘ın yapmacık annesi Grace Trevelyan’a (Marcia Gay Harden) hiç girmiyorum bile.
Öte yandan filmin kadın bedenini 'servis etmesinin' sorumluluğunu ve sorumsuzluğunu, cinsiyetçi bakış açısını ayrı bir femnist eleştiri incelemesi içerisinde ele almak gerek; zira durum orada çok vahim!
Filmin en etkileyici yanı, sahnelere uygun seçilen ya da bestelenen müzikleri; başarılı bir soundtrack çalışmasına imza atıldığını söylemek mümkün.
Uzun lafın kısası yapım aşamasından bu yana gezegeni ayağa kaldırarak beklenti çıtasını en yükseğe asan Grinin 50 Tonu, maalesef ilk filmle sinema dili açısından bekleneni veremiyor. Bakalım serinin geri kalanında ibre hangi yöne dönecek…