Aksiyon ağında, politik meselesi olan bir film...
Yazar: Murat ÖzerLuc Besson’la başa çıkmak zor gerçekten de! Birbiri ardına proje saçan ve bunların çoğunu da birbirine benzeyen formüller üzerinden yürüten sinemacı, kariyerinin başlarındaki yaratıcılıktan o kadar uzak ki… Özellikle ‘zamanla yarış’ temelli aksiyonlara yoğunlaşmış görünen Besson, artık çok az film yönetmesine karşın, işin senaryo ve yapım aşamalarında hep var. Kendi şirketi bünyesinde projelendirdiği yığınla filmin büyük çoğunluğunun ‘yıkık dökük’ aksiyonlar olduğunu söylemeye bile gerek yok, artık herkes biliyor bunu.
Ama arada bir de olsa ‘iyiye yakın’ işler de çıkarmıyor değil sinemacı. Pierre Morel’in yönettiği 2004 yapımı “Banliyö 13 (Banlieue 13)” de bunlardan biriydi. Senaryosunu Bibi Naceri ile birlikte yazdığı filmde Besson, meselenin aksiyoner kanadından ziyade, ‘insan odaklı’ çalışmaktan iyice uzaklaşan yönetimlerin üzerine yürümesiyle dikkat çekiyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse, bol atlayıp zıplamalı aksiyon sahneleri de bu yaklaşımı layıkıyla destekliyordu.
Yıllar içinde Luc Besson hikâyelerinin Amerikanlıştırılmasına alıştık, ki “Banliyö 13” de bu yola girmeyi başarmış bir çalışma. Orijinal filmin üzerinden 10 yıl geçtikten sonra projelendirilen “ Yasak Bölge (Brick Mansions)”, Paris’te geçen hikâyeyi Detroit’e taşırken, bazı sadeleştirmeler ve törpülemelerde bulunmayı da ihmal etmiyor. Hayata çok erken veda eden aktör Paul Walker’ın son beyazperde performanslarından birine ev sahipliği yapan film, John Carpenter’ın 1981 yapımı başyapıtı “New York’tan Kaçış (Escape from New York)”ın izlerini takip ederken, Manhattan’ın yerini Detroit’in göbeği alıyor. Duvarlarla kapatılan bu bölge, devletin gir(e)mediği bir suç kenti haline gelmiş. İçeriye nükleer bir bomba kaçırılınca iş başa düşüyor ve Paul Walker’ın canlandırdığı acar polis devreye giriyor, yanına da bölgeyi iyi bilen bir ‘suçlu’yu alarak. İkinci adamın orijinal filmdeki gibi David Belle tarafından canlandırıldığını da belirtelim.
“Yasak Bölge”, dediğimiz gibi orijinal filmi bir miktar törpülüyor, ama genel çizgisinden bir değişiklik yok. Hatta birçok sahnenin aynen Amerikanlaştırıldığına da şahit oluyoruz filmi izlerken. İki temel değişiklik var yeni çalışmada: İlki, David Belle’in kurtarmaya çalıştığı kızın, ilk filmdeki gibi kız kardeşi değil sevgilisi olması ki bu da eksende bazı kaymalara neden oluyor. İkincisi ise, bölgeyi yöneten ‘patron’un ilk filmden farklı olarak ‘iyicil’ özelliklerinin öne çıkarılması, bir tür ‘kurban’a dönüştürülmesi. Bu tercihler, haliyle hikâyenin de yumuşamasına ve söylenecek sözün etkisinin azalmasına neden oluyor. Yine de özellikle ‘idare’ meselesinde tavrını koruyor film ve ‘kentsel dönüşüm’ için insanları yok etmek isteyenleri yargılayıp mahkûm ediyor. “Yasak Bölge”nin sıradanlıktan uzaklaşıp bir sözü olduğunu hissettirdiği en önemli nokta da bu.
Yeniden Luc Besson’a dönersek... Sinemacı, dediğimiz gibi çoğunda vasata bile ulaşamadığı yığınla proje üretiyor, ama arada sırada ‘bir şey’ söylemeyi de başarmıyor değil. “Banliyö 13” ve dolayısıyla “Yasak Bölge” de bunu az çok başardığı filmler arasında sayılabilir rahatlıkla. Sermayenin yanında saf tutan iktidarları deşifre etmesiyle de epeyce ‘tanıdık’ geliyor bize!