Doğruluğu veya yanlışlığı tartışılır ama lobi yapmak sinemada da önemlidir. Kanımca, iyi bir film kendini satmayı her zaman becerir. En azından, öyle olduğuna inanmak istiyorum. Ancak sağlam lobi, iyi olmayan filmlerin de başarılı olmasını sağlayabilir. Zenne filminin yapımcıları bu açıdan bakıldığında çok iyi çalışıyorlar. Twitter'da filmle ilgili olumsuz görüş belirtenleri hemen homofobik olmakla suçlayan bir tim (kendiliğinden ya da değil) oluşmuş bile. Varlığını inkar edemediğim entel mafyası, doğru isimler aracılığıyla bu filmin saflarına çekilmiş. Ayrıca Ahmet Yıldız cinayeti gibi önemli bir olayı konu edinmesi ve eşcinsellikle ilgili cesur bir film olma iddiası da Zenne'yi otomatikman önemli (bazılarınca da peşinen iyi) bir sinema eseri yapıyor.
Bunların hiçbiri benim bir filmi değerlendirme kıstasım değil. Ahmet Yıldız'ın sadece eşcinsel olduğu için kendi babası tarafından öldürülmesini, hakkını vererek perdeye taşıyan bir film izlemeyi ben de çok isterim. LGBTT bireylerin görünürlük kazanması, ikinci sınıf insan muamelesi görmemesi, gündelik hayatta karşılaştıkları sıkıntıların perdede veya ekranlarda kendine yer bulması, toplumun bu konuya bakışındaki ikiyüzlülüğün deşifre edilmesi, hepsi son derece mühim mevzular. Fakat bu yolda kullanacağımız araç sinemaysa, niyetleri veya fikirleri değil, sinemayı değerlendirmek zorundayız. Ve Zenne, çok üzülerek söylüyorum ki, sinemasal açıdan vasatı bile bulamıyor.
Birkaç ayrı film öyküsünün ve çok sayıda karakterin hiç organik olmayan şekillerde birarada tutulmaya çalışılması problemlerin en önemlisi belki de... Bir zenne belgeseli yapmak için yola çıkılıp buna yönetmenlerin arkadaşı olan Ahmet Yıldız'ın öyküsü de eklenmiş; üstüne Alman fotoğrafçının Afganistan geçmişi, zenne Can'ın ailesi, geylerin askerden muaf olmak için çürük raporu alma süreçleri derken, odağı olmayan, çok fazla şeyi aynı anda anlatmaya uğraşan, darmadağın bir metin çıkmış ortaya. Filmlerine belli ki çok kişisel yaklaşan iki yönetmen, bunu bir zenginlik olarak kabul ediyor gibiler.
Oyunculuklara da değinmem lazım. Kimi amatör kimi tiyatro kökenli oyuncuların hep farklı tellerden çalıyor olması, insanı filme yabancılaştıracak kadar ciddi bir problem. Ahmet'i canlandıran Erkan Avcı sempatiden kurtarıyor ama Alman sevgilisini oynayan Giovanni Arvaneh bayağı tutuk ve inandırıcılıktan uzak bir oyunculuk sergiliyor. Rüçhan Çalışkur ve Ünal Silver'in performansları, sırıtacak ölçüde abartılı ve teatral. Kerem Can ise zenne rolünde güçlü olmasa bile en azından inandırıcı. Filmin asıl etkili performansları kimi yan rollerden geliyor. Tilbe Saran ile büyük oğlunu canlandıran Tolga Tekin, adeta başka bir filmde oynuyormuş gibiler. Özellikle Tekin dikkat çekiyor. Can'ın teyzesi rolündeki Jale Arıkan da başarılı. İyisiyle kötüsüyle tüm kadronun yapılan işe inandığından, samimiyetle ellerinden geleni yaptıklarından şüphe duymuyorum.
Ancak oyuncular kendilerini doğru şeyler için mi paralıyorlar, bazen emin olamıyor insan... Tilbe Saran'ın o son derece yersiz kullanılan "ağır çekimde ağlayarak arabanın peşinden koşma" planı gibi klişelerin içinde kalması üzüntü veriyor açıkçası.
Şimdi bir iki sorum olacak filmi seyredenlere... İlk tanışmalarında kavga eden Can ve Ahmet, sonra nasıl arkadaş oldu? Ahmet neden Can'ın peşine takıldı? Sadece iyi niyetinden mi? Ahmet Yıldız'ın gerçek hayattaki içten, samimi karakteriyle ilgili bir durummuş bu, anladığım kadarıyla. Fakat perdede izlediklerimizin herhangi biri bunlara cevap veriyor muydu sahiden? İzlediğimiz çeşitli sahnelerin bu seçeneklerden hiçbirini açıklamıyor olması, bu tür detayları seyircinin kafasında tamamlamaktan başka şansının olmaması sizce de problem değil mi? Karakterlerle ilgili ciddi boşluklar var senaryoda.
Daniel'in Afganistan hikayesi, finalde güçlü bir paralellik yaratmak gayesi ve filmi iyice dağıtmak dışında neye hizmet ediyor? Ben karakterin gey olduğundan bile uzun süre şüphe ettim. Ahmet ile Daniel'in arasında uzun süre hiçbir yakınlık görmeyişimiz, sevgili olduklarını anlamayışımız (yeri gelmişken, filmin eşcinsel aşkı anlatmak konusunda pek cesur sayılamayacağını ekleyeyim), son derece kafa karıştırıcıydı. Yönetmenlerin zihninde var olup da perdeye geçmeyen durumlardan biri daha...
Uzun lafın kısası, Zenne amatörce bir yapım... Sineması maalesef bir öğrenci filmi düzeyinde... Bazı oyunculukları ve görüntü yönetimi iyi, o kadar. Sağlam sinema donanımı olmayan insanlar tarafından yazılıp çekildiği ve yine benzer insanlar tarafından, iyi niyeti için takdir edildiği belli... Yoksa ortada bağlanmayan, inandırıcı ve hatta yer yer anlaşılır bile olmayan bir iş var. Evet, böyle filmlerin yapılması yine de önemlidir. Ama işte iyi niyet, iyi film yapmaya yetmiyor.
Kısaca şuna da değinmem gerek: Bu filmde askerlik ve eşcinsellerin çürük raporu alma sürecine dair de sıkıntı var. Zenne, bugün artık hemen hiç yaşanmadığını o süreçleri geçiren insanlardan bildiğim, belki 10-15 yıl öncesinin uygulamalarını, abartılı bir şekilde perdeye aktarıyor. 1973'ten bu yana resmi psikiyatrik kaynaklarda hastalık statüsünde sayılmayan eşcinselliği, ordunun hala bu şekilde kabul etmesi elbette eleştirilmesi gereken bir sorun. Ancak bugün yazılı psikolojik testler ve nezaket sınırları çerçevesinde yürüyen görüşmelerle halledilen bir süreci, böylesine abartılı bir şekilde resmetmeyi de problemli buluyorum.
Ahmet'in askeri hastaneye sinekkaydı traş, sırta ağda, peruk ve kadın kıyafetiyle gitmesi ama seks fotoğrafını sakallı, kıllı haliyle çektirmesi ise yazımın sonuna gelirken hatırladığım bir başka mantıksızlık Zenne'deki.
Twitter: aliercivan