Bazı gizemler asla çözülmemelidir!
Yazar: Misafir KoltuğuAna akım sinema izleyicisinin en büyük dostları autobotlar, dördüncü defa beyazperdeye geri dönüyor! Söz konusu; Michael Bay’in ipleri eline aldığı, patlama çatlama kat sayısı fazlasıyla yüksek bir blockbuster olduğunda kafamızda oluşan formül her ne kadar aşağı yukarı aynı olsa da; serinin bu son halkası kozmetik anlamda öncüllerine oranla belli başlı farklara sahip.
Transformers: Kayıp Çağ, ilk üçlemenin yükünü üzerinden atan serinin, beyazperdedeki ikinci ayağının yeni adımı! Bu “yeni başlangıç” bahanesiyle birlikte, serinin kamera önündeki ve arkasındaki isimlerde de önemli bir değişikliğe gidilmiş. Yani karşımızda kelimenin tam anlamıyla revize edilmiş bir popüler sinema mahsulü duruyor.
Michael Bay, filmin teknik anlamda geçirdiği revizasyonu, öyküye de aktarmayı başarmış. Chicago’daki büyük savaşın ardından çok değil, sadece beş yıl geçmiş. Çatışmanın yaralarının adam akıllı sarılamadığı gibi, hayatında “walkman” kelimesini bile duymamış kayıp bir gençliğin cirit attığı alternatif bir gelecek tablosunun içerisine sızıyoruz bu sefer! Mevcut hükümet, decepticonları ve autobotları ortadan kaldırma ya da canlı yakaladıklarını paketleyerek gezegenimizden postalama gibi sert bir politika izlemeye başlamış. Bu konuda hükümete en fazla yardımı dokunan itici güç ise, transformer avcısı Lockdown!
Bu avdan kaçıp kurtulmaya çabalayan Optimus Prime ile gırtlağına kadar borç içinde yüzen, başarısız ve bir o kadar da kem talihli mucit Cade’in yollarının kesişmesinin ardından da aşağı yukarı iki buçuk saate tekabül eden bir aksiyon karnavalının taşları döşenmiş oluyor. Elbette her Michael Bay filminde olduğu gibi tıka basa mesaj kaygısıyla maruz kalsak da, serinin ilk üçlemesinde olduğu gibi izleyiciyi görsel saldırıya maruz bırakmayan, öncüllerinde olduğu gibi abartılı mizahtan da alabildiğine kaçınan bir yapım duruyor karşımızda.
Yine aşağı yukarı her Transformers filminde olduğu gibi, devasa uzaylı robotların arasında ezilmemek için mücadele veren insanların değişim öyküsünü izliyoruz. Bir tarafta kızının büyümesini kabul edemeyen, baskıcı ve çağı yakalama konusunda inatçı davranan Cade’in yontulma süreci; diğer tarafta yakaladığı her transformerın iliğini kemiğini sömürerek, şirketinin emrine amade etmekten çekinmeyen iflah olmaz kan emici Joshua Joyce’un mülayimleşme aşamaları… Seyir esnasında büyük bir şevkle izleyiciye verdikleri ahlâk ve fedakarlık dersleriyse cabası!
Serideki en önemli değişimlerden biri de, filmin vitrinindeki oyuncu kadrosunda yaşanmış. Shia LaBeouf, Megan Fox ya da Josh Duhamel gibi yeni jenerasyon yıldızların sinema arenasındaki kredisi arttıran Bay, dolu dizgin aksiyon vaadinde bulunan böyle bir yapımın forvetine Mark Wahlberg’i yerleştirmek, neresinden bakılırsa bakılsın akıllıca bir hamlede bulunmuş!
İlginçtir ki, Michael Bay’in sinemasında genel bir değişimden de söz etmek biraz da olsa mümkün! Pain And Gain ile birlikte düşük bütçeyle de ne kadar eğlenceli bir film ortaya koyabileceğini cümle aleme kanıtlayan Bay; bu filmde de, teknik ekibin görsel maharetleri abartması konusunda geri vites atmamış olsa da; hazmı daha rahat bir seyirlik sunuyor önümüze. Gözleri yoracak tonlarca ince detayı elinin tersiyle ittirip daha tok görüntülere ve yer yer bir blockbuster örneğinde bile karşımıza pek çıkmayan avangard kamera açılarına yer vermesi, filmin grafik lezzetini bir miktar daha arttırmış!
Bütün bu sayıp döktüklerimin ardından, sakar mucidimiz Cade Yeager’in de dediği gibi, algoritması aşağı yukarı belli olan böyle bir seride karşımıza çıkan bu türden yeniliklerden keyif alabilmek “döküntülerin arasındaki hazineyi keşfetmemizi” sağlayacak cinsten olmuş...
Fatih Yürür