Aşkın bir an olsun etkisini kaybetmediği bir hikâye...
Yazar: Murat ÖzerJim Jarmusch’un ne yapacağı, nereye bakacağı, nasıl bir ruh haliyle işine sarılacağı belli olmuyor! ‘Amerikan bağımsızlarının gururu’ diye de adlandırılabilecek sinemacı, yeni filmi “Sadece Aşıklar Hayatta Kalır”da (Only Lovers Left Alive), özellikle 2000’li yıllarla birlikte ‘sulandırılan’ vampir fenomenine kendi penceresinden bakıyor ve kendi vampirlerini yaratıyor.
Yüzyıllardır sevdalarını ayakta tutmayı başaran iki ‘vampir âşık’ var hikâyenin merkezinde. Bu süreçte defalarca sınanan aşklarını sınırsızca yaşamak için savundukları ‘alan’sa giderek daralıyor, insanoğlunun ‘kirli’ kanının etkisiyle. Dejenerasyonu hızlanan, çöküşü kaçınılmaz olan insanlık, vampir âşıklarımızı da tehdit eden bir noktaya kadar taşıyor işin vahametini. Adam (Adem) ve Eve (Havva) isimlerini taşıyan kahramanlarımız, onların dünyasına sızan Eve’in kardeşi Ava’nın (bu isim de Havva’yı çağrıştırıyor) varlığıyla da yeni bir ‘sınav dönemi’ne giriyorlar. ‘Kusursuz aşk’ın tarafları olan Adam ve Eve, ‘yasak elma’nın tadına bakmanın onları götüreceği çıkmaz sokaklara doğru yol alıyor ve ‘sadece âşıkların hayatta kalacağı’ bir dibe vuruşu yaşamanın eşiğine geliyorlar...
Jim Jarmusch’un filmi, kaçınılmaz biçimde Tony Scott imzalı “Açlık”ı (The Hunger) hatırlatıyor. Ve hikâyeyi biraz daha kazıdığımızda, Nicolas Roeg imzalı “Dünyaya Düşen Adam” (The Man Who Fell To Earth) geliyor aklımıza. Her iki filmin başrolünde de David Bowie’nin olmasıysa bir tesadüf değil bizce. Biraz daha genç olsaydı, burada da David Bowie’yi görebilirdik başroldeki Tom Hiddleston’ın yerine. Tilda Swinton’la birbirlerini nasıl da güzel tamamlarlardı kim bilir!
“Sadece Aşıklar Hayatta Kalır”ın bu iki filmi hatırlatması, yalnızca Bowie faktörüyle açıklanabilecek bir şey değil tabii. “Açlık”taki vampir âşıklarınkine benzer motivasyonlara sahip buradaki karakterler, ki bu durumun filmi de sırtlayıp götürdüğü söylenebilir. “Dünyaya Düşen Adam”da da ‘aşkın ölümsüzlüğü’ kavramının ‘maddenin ölümsüzlüğü’yle aynı çizgiye oturması söz konusu, ki Jarmusch’un filminde de net biçimde karşımıza çıkan bir olgu bu. Her iki filmin bir kazana atılıp eşleştirilmesiyle ortaya çıkmış gibi “Sadece Aşıklar Hayatta Kalır”. Temel motivasyonu ‘aşk’ olan, ama bunu ‘ölümsüzlük’le daha da anlamlı kılan bir çizgiye sahip film ve bu çizgide yürürken sergilediği tutarlılık da gözden kaçacak gibi değil.
Hikâyenin Detroit’i mekan edinmesi de bir rastlantı değil kuşkusuz. Ekonomik çöküşün ‘görünür’ olduğu merkezlerden biri bu kent ve ‘insanî çöküş’ün de profilini çıkarmak için ideal bir seçim. Giderek çürüyüp kokuşan insanlığın resmine dönüşüyor giderek Detroit bu filmde. Karakterlerin içine fırlatıldıkları bu resim, çözümsüzlüğün daha da ‘hissedilir’ olmasını sağlıyor, âşıkların hayatta kalıp kalamayacağına dair de ipuçları veriyor, arkasındaki milyonlarca soru işaretiyle birlikte. Adam ve Eve’in neredeyse tümden ümitlerini kestikleri insanoğlu, ‘ışıksızlık’la mücadele etmeyi bırakmış durumda ve ‘yok etme’ (ve yok olma) güdüsüyle yaşamayı sürdürüyor. Kahramanlarımızı da giderek köşeye sıkıştıran bu durum, çıkış kapısının görünmediği bir resimle baş başa bırakıyor bizi. İç geçirerek süzdüğümüz bu resmin akan boyaları eşliğinde terk ediyoruz insanın bütün çağlarını; ‘vahşet’le sürdürülebilen bir ‘gelenek’ çıkageliyor ve silip süpürüyor ‘temiz kan’ı, kir pas içinde bir geleceğin ipuçlarını veriyor bize.
Olanca karamsarlığına (karanlık diyelim) karşın, aşkın bir an olsun etkisini kaybetmediği bir hikâye anlatıyor “Sadece Aşıklar Hayatta Kalır”. ‘Yüzeysel’ vampirlerin yerlerde sürünen aşklarına ne kadar ikna olmuyorsak, buradaki ‘elit’ aşka da o kadar ikna oluyoruz, Tom Hiddleston ve Tilda Swinton’ın bedenlerine hapsedilen Adam ve Eve’in özelinde. Mükemmele yakın görsel doku da bu aşkın içinde yuvalanan ‘güzellik’i iyice fark edilir hale getiriyor, Jim Jarmusch’un Türkiye’de gösterime giren ilk filminde...