Woody, Roma'da, 'İtalyan olmak'ın peşinde eğlendiriyor.
Yazar: Ali Ulvi UyanıkGerçek yaşamda ve sinema perdesinde, kuşkusuz, tek bir Woody Allen var: Nevropat, obsesif, çok zeki ve komik, yaratıcı, üretken, oyuncuları mıknatıs gibi çeken bir cazibe. Manhattan ve New York'tan uzaklaşıp 2005 yılında atıldığı Avrupa serüveninde, ‘karanlık" (Maç Sayısı (Match Point) Cassandra'nın Rüyası (Cassandra's Dream) ve eğlenceli / iç gıcıklayıcı (Scoop – Barselona, Barselona (Vicky Cristina Barcelona) dört film çektikten sonra, vatanına dönüp Kim Kiminle Nerede? (Whatever Works) 'ye imza attıktan sonra şöyle sormuştuk: İnsan kırk küsur filmi yazıp yönetir de, zekâsında, mizahında, insanlık durumlarına dair tersten soru sorma yeteneğinde, hınzırlığında, komedi zamanlamasında ve benzeri yeteneklerinde hiç mi aşınma olmaz... Nasıl olup da seyirciye, en yeni filmi sanki en iyi filmi gibi hissettirir? 74 yaşında bu ne enerji, bu ne taptaze dimağdır Woody?
Aradan 3 yıl geçti. Allen bu yıl 77 yaşında; her yıl bir film çekmeye devam ediyor. 2010'da yeniden döndüğü Avrupa'da üç film daha çekti. Ona toplamda dördüncü, senaryo dalında üçüncü Oscar ödülünü kazandıran Paris'te Gece Yarısı (Midnight in Paris)'nda , başkahramanı genç yazarı zaman çizgisi içinde hareket ettirip, ünlü sanatçılarla 19.yüzyıl sonu ve 20.yüzyıl başlarında buluşturarak, istediği doyum ve güzelliği aramasına yardımcı oldu... İmgelerin sanatı, sanatın kentleri, kentlerin de tekrar tekrar düşleri beslediğinden hareketle şehirlerin hücrelerine sızabilen Allen, Roma'ya Sevgilerle (To Rome with Love) adlı son romantik komedisinde de, genelde İtalya'nın ve 'İtalyan olmak'ın, özelde de Roma'nın yaşama sevinçlerinin izlerini sürmüş.
Öncelikle Roma, birbirlerine dokunan dört öykü boyunca sıcaklığını hissedip renklerine boyanabileceğiniz ve ışıklarıyla yıkanabileceğiniz denli canlı yansıtılmakta perdeye. Bu canlılıkta, Paris'te Gece Yarısı filminde de çalıştığı İran doğumlu görüntü yönetmeni Darius Khondji'nin (Yedi-Se7en) imzası olduğunun altını kalınca çizmekte yarar var.
Allen, belli ki, İtalyan güldürülerinin de temelini oluşturan Commedia dell'Arte geleneğinin kalıplaşmış karakterlerinden ve doğaçlama akışından yararlanmış. Mesela, 20.yüzyılda, İtalyan halkının bir numaralı eğlence kaynağı olan televizyon kanallarının abartılı şöhret yaratma programlarını hicvettiği, sıradan bir memur olan Leopoldo'nun bir sabah, bir anda ülke çapında üne kavuşması hikâyesinde, Roberto Benigni gibi bir doğaçlama ustası ile çalışmış. Hayat Güzeldir (La Vita e bella) ile 'En İyi Erkek Oyuncu' Oscar ödülü kazanan Benigni, sanırım, Allen'ın en serbest bıraktığı oyuncu olarak kendi bölümünü ele geçirerek, müthiş güldürü anları yaratmış.
Ornella Muti'nin de konuk olduğu bir başka bölümde, Allen'ın ikinci kez çalıştığı İspanyol Penélope Cruz, Akdenizli olmanın verdiği avantajdan yararlanmış... Allen, cinselliğin en ateşli temsilcileri olmalarının yanı sıra karılarını aldatan beceriksiz çapkınlar olarak sanatın türlü güldürü formlarına konu olan İtalyan erkekleri ile seksi ya da saf (!)görünümde her an karşımıza çıkabilen güzel kadınların seks trafiğini, hafif komik yani fars olarak anlatmayı seçmiş. Bu seçim, bir yönüyle de, özellikle yetmişlerde Türkiye'de de ilgi gören, ticari İtalyan güldürülerini anımsatmakta.
Ancak Allen, bir öyküde Roma'daki Amerikalıların peşine düşmekten kendini alıkoyamayarak, gözde temalarını kullanmış... İki gönül ilişkisini yaşayan ve mütereddit kalan, kafası karışık genç karakterini epey zorlamış. Gençliğinde bir yıl bu kentte yaşamış ve artık ruhunu AVM'lere satmış mimar John'un (Alec Baldwin) karşılaştığı mimarlık öğrencisi Jack'te (Jesse Eisenberg) kendi geçmişini görerek, ona, sevgilisi ve sevgilisinin yakın kız arkadaşı arasındaki seçimde rehber olmaya çalışması, tipik Allen sendromları içeriyor.
Bana göre, en İtalyan öykü ise, bir yakışıklıyla tanışıp evlenme kararı alan kızları için, dünürleri ile damat adayını tanımak için Roma'ya gelen Amerikalı karı - kocadan, artık emekli olmuş, ayrıksı bir opera yönetmeni olan Jerry'nin bu opera başkentine vurduğu damgayla ilgili. Cenaze levazımatçısı dünürünün, eğitim almadığı halde duş alırken en yüksek performansta aryalar söylediğini duyan Jerry, onu Ruggero Leoncavallo'nun, ilk kez 1892'de sahnelenmiş "Pagliacci" (Palyoçolar) operasında rol almaya ikna eder.
Allen'ın farkı da burada işte: Palyaço Canio'nun, kendinden küçük karısını ve karısının aşığını sahnede bir oyun sahnelerlerken öldürdüğü ve seyircilerin de bunu oyunun bir parçası zannettiği bu gerçekçi eserle, bu belki de en hafif filminin içine yine hınzırlık katıyor. "Pagliacci", güldüren bir adamın içindeki acıyı yansıtırken, Jerry de, bu acıyı yaşayan adamı, sahneye duşta çıkartarak komedinin merkezinde tutmayı başarır. İtalya da bu değil midir zaten? Tüm acılar içinde eğlenmekten, gülmekten ve aşktan vazgeçemeyen insanların ülkesi.
Dünyanın en genç yazar, yönetmen, oyuncu ve müzisyenlerinden biri olan Woody'e uzun bir yaşam diliyoruz.