Klasik müzik kusursuzluğu arar..
Yazar: Funda SularözBazı insanlar vardır, meslekleri hayatlarıdır. İşkoliklerden bahsetmiyorum, bahsi geçen bu kişiler için mesleği, hayatının doyum noktasıdır. Hele bu sanatın bir koluysa. Son Konser (A Late Quartet)'de hayatları konu edinen dörtlü, işlerini hayatlarını kazanmaktan çok, yaşamlarının bir parçası haline getirmiştir.
Henüz eşini kaybedeli bir yıl olmamışken viyolonsel sanatçısı Peter (Christopher Walken) Parkinson hastalığına yakalanınca, dörtlünün son konserleri öncesinde sorunlar ortaya çıkar. Birlikte çalışmalarından 25 yıl sonra ego, ilişkilerin yıpranmışlığı, tutkular artık masaya yatırılmıştır ve dünyaca ünlü dörtlü ya yoluna devam edecek ya da Füg (dörtlünün adı) geçmişte kalacaktır.
Film temelde Beethoven'ın Opus 131 Yaylılar Dörtlüsü eserinin anlamı üzerinden oluşturuluyor. Bestenin ortaya çıkarıldığı dönemin kurallarının aksine, fazla bölümden oluşarak ve Beethoven’ın kesintisiz olarak çalınmasındaki ısrarıyla, esere karşı yorum filmin anlamını oluşturuyor; çalarken uzunluğundan dolayı müzik aletlerinin akortlarının bozulması söz konusu. Ama bu “Performansı ortaya koyanların kendi tınılarında, kendi harmonilerini yakalamalarını engeller mi?” sorusunu doğuruyor.
Müzik tutkunu ve klasik müzik sever biri olarak Son Konser için çok heyecanlanmıştım. Kadrosuna yıldızları toplamış bu film, bende Paris’te Son Konser (Le Concert) izlerini bırakacak ya da Siyah Kuğu (Black Swan)’ın, klasik sanatın kusursuzluğunda yok oluş mesajı şiddetinde bir etkileniş oluşturacak beklentisini taşıyordum. Bunun yerine dramatik yapısındaki çözümlenmemiş noktalarıyla filme sadece seyirci kalabildim. Daha önce Watermarks adlı belgeselin yönetmenliğini yapan Christopher Walken’ın filminde, oyuncular oldukça başarılı performans gösterse dahi bu dramatik yapıdaki eksiklik filme büyük zarar veriyor.
Özellikle, dörtlünün diğer üyeleri Daniel (Mark Ivanir) ile Juliette (Catherine Keener) ve Peter’in (Philip Seymour Hoffman) konservatuar öğrencisi kızı Alexandra (Imogen Poots) arasındaki aşkın gerçekliği hiçbir şekilde seyirciye yansıtılamıyor. İki karakterden de ayrı zamanlarda birbirlerine âşık olduğunu öğrensek de, ilk Daniel’den bunu duymuş olsak daha inandırıcı olabilirdi, Alexander söylediğinde seyircinin tepkisi sadece gülmek oldu, inanmadık…
Klasik müzik yapı olarak belli kurallarıyla kusursuzluğu arar ve bu dörtlünün karakterleri, klasik müziğe yaklaşımlarında vücut buluyor. Fakat karakterlerin özelliklerini öğrensek de filmin sonunda kendi çatışmalarının çözümlenmesindeki sebeplerden çok emin olamıyoruz, onları kucaklayamıyoruz.
Film, klasik müziği bir hayat tarzı olarak başrolde tutarak bu tarz müziği sevmeyenlere çok çekici gelmeyecektir. Bununla birlikte karlı New York manzaraları fonda şık bir görüntü yaratıyor ve zaman zaman gülümseten durumlar da filme ayrı bir renk katıyor. Filmde hayatları konu edinen bu beş karakterin yanı sıra, yan rollerde yer alan isimler dahi oyuncu kalitesini oldukça yukarıda tutuyor. Ama bir film için sadece bu yeterli midir? İz bırakması açısından sanmıyorum.