Hesabım
    Gizli Kusur
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    3,5
    İyi
    Gizli Kusur

    Hepimiz gizli kusurluyuz...

    Yazar: Orkan Şancı

    Bazı kitapları sinemaya uyarlamak zordur. Thomas Pynchon’ın “Inherent Vice”ı da öyle.

    Paul Thomas Anderson’ın bizzat kendisi kitabı senaryolaştırırken zorlandığını söylüyor. Zaten önceleri de “asla uyarlanamayacak kitaplar” arasında yer alıyordu. Peki Anderson neden böyle bir riski aldı? Sorunun yanıtı, hikayenin, Anderson’ın önceki işleri olan “Kan Dökülecek”, “The Master”la olan bağlarında yatıyor. Ortodoks yaşam düzenine ters düşen bir kahraman ile onu sistemin içine, kah din ile kah yasalarla çekmeye çalışan karakterlerin çatışmasını görürüz bu filmlerde. Din ve yasalar, birer kontrol mekanizması olarak işlev görür. “Inherent Vice”ı da bu açıdan “sistemin kontrol edemedikleri” üzerine bir film olarak düşünmek gerek.

    Hikaye 70’lerin Los Angeles’ında geçiyor. Nixon’ın başkan olduğu, Reagan’ın ise henüz eyalet valisi olarak “kontrol”ünü artırmaya çalıştığı bir dönem. Ortalığın esrardan, serbest cinsellikten, hippilerden, Nazi sempatizanı gruplardan, Kara Panter’lerden, Manson tarikatının etkilerinden geçilmediği bir dönemdeyiz. Ana karakterimiz Larry ‘Doc’ Sportello (Joaquin Phoenix) da bir hippi. Cebinde özel dedektiflik lisansı olsa da sürekli ot içen bir hippi en nihayetinde. Yani sistem tarafından “kontrol edilmesi gereken”, kapitalizmin üretim çemberinde yer almadığı için “faydasız” biri. Deniz taşımacılığı jargonunda kırılması muhtemel olduğu için sigorta kapsamı dışında bırakılan eşya -örneğin yumurta, cam gibi- için kullanılan “gizli kusur” tanımına cuk oturuyor.

    Eski kız arkadaşı Shasta bir gün çıkagelir. Ona bir sır verir. Birlikte olduğu zengin adamdan söz eder. Adamın başı derttedir çünkü karısı ve sevgilisi, onu bir tımarhaneye tıkmak için plan yapmaktadır. Doc bu sırrın peşinden araştırmalarına başlar. Bir yandan da eski sevgilisine duyduğu hislerin etkisi altındadır. Olaylar onu “Altın Diş” adında çok gizli bir örgüte kadar götürür.

    Film boyunca olup bitenleri takip etmekte zorlanır seyirci. Doc’un “kafası bir dünya” olduğu için tanıştığı her karakteri, gittiği her mekanı onun gözünden görürüz -bu yüzden bazen anlamakta zorlanırız. Hayal ile gerçeğin birlikte kurgulandığı bir dedektiflik hikayesi gibi görünse de neyse ki filmin asıl derdi bu değil. Anderson’ın, dolayısıyla Pynchon’ın yapmak istediği, bu kafa karışıklığına rağmen seyirciye dönemin ruhunu aktarmak. Kontrol mekanizmalarının her yere sızan sinsiliğini göstermek. Farkında olmadan onlardan birinin içine hapsolmuş olabileceğimiz uyarısını yapmak. Sıralı bir olay-akışından yani ortodoks bir anlatım dilinden ziyade “hissettirmek”, bir şeyi göstermek yerine “sezinletmek”, doğrudan anlatmaktansa “metafor”lar kullanmak. Hatta mekanları bile birer metafor olarak düşünmelisiniz. Doc’un izini sürdüğü emlak zengini Michael Wolfmann’ın tımarhanedeki tek kişi olduğunu mu düşünüyorsunuz? Doc’un kurtarmaya çalıştığı muhbir Coy (Owen Wilson)  ne olacak peki? Doc gittiği bir çok mekanda onunla karşılaşıyor. Karısı ve çocuğu onu beklerken Coy türlü dalavereler içine giriyor. Her seferinde bir tür kontrol mekanizması içinde görüyoruz onu. Coy’un tavernayı andıran mekandaki kapana kısılmışlığı da bununla alakalı. Hz. İsa’nın son yemeği sahnesini andırır bizimde pizza almak için masaya uzanırken fotoğrafının çekilmesinden rahatsız oluyor. Coy kurtarılmayı bekliyor ve Doc bunu anlıyor. Filmdeki bu tür mekanları, hatta o gizemli tekneyi bile birer tımarhane, yani “kontrol evi” gibi düşünmemiz mümkün.

    Doc, “Altın Diş” ya da diğer türlü kontrol mekanizmalarının izini sürerken aslında onlardan birinin ağına düşmekten ölesiye korkuyor. Bu yolda “Kocaayak” lakaplı polis müdürü Bjornsen’i (Josh Brolin) de es geçmemek gerek. Her defasında Doc’u suçlayacak ve “hizaya getirecek” bir şey buluyor, bir tür sağduyu ya da filmin dilinden devam edecek olursak “kontrol” altına almaya çalışan bir figür olarak işliyor.

    Paul Thomas Anderson en nihayetinde içine girilmesi zor bir film çekmiş. Ama bunun bilinçli bir tercih olduğunu söylememiz gerek. Serüven boyunca her deliğin altından başka sırların, farklı karakterlerin dökülmesi ve seyircinin kafasının iyice karışmasında bir amaç var. Hayattaki “kontrol” mekanizmalarına dikkat çekmek istemiş Anderson ve kontrol dışı bir hippi dedektifin saykodelik kafasının içinde canlandırdığı sahneler ışığında, o dönemin ABD’sinin günümüzdekinden çok da farklı olmadığını vurgulamayı hedeflemiş. Bunu yaparken de seyircinin film üzerinde kontrolü olmasın istemiş adeta.

    Filmdeki Neil Young etkisini de ayrıca vurgulamamız lazım. Başroldeki eşsiz oyuncu Joaquin Phoenix’in karakterinin neye benzeyeceğini belirlemesinde Young’in bir fotoğrafı etkili olmuş ama mesele o değil. Sesiyle de filmin müzik bandında kendine yer bulan usta, aynı zamanda müzikal-belgesel “Journey Through the Past” filmiyle de Anderson’a ilham vermiş. O filmde de vurgulanan, dönemin kafa bulanıklığını ve rahatlığının etkilerini “Inherent Vice” da da görmek mümkün.

    Bu haliyle film, herkesi “WASP” yani “Beyaz Anglo-Sakson Protestan” olmaya çağıran bir kıyamet döneminin habercisi olmaktan ziyade, o kıyametin artık farklı kültürlerde bizzat yaşandığını söyleyen sinemasal bir belge olarak okunmalı.

    Tüm bu yazdıklarımızdan ve etrafta konuşulanlardan sonra filmi anlamamaktan endişe edenlere bir tavsiye: “Gizli Kusur” bir tür Sigur Ros parçası gibi aslında. Şarkının sözlerini anlamasanız da neyi anlatmak istediğini hissedebiliyorsunuz.

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top