İngiliz yönetmen Steve McQueen, birkaç yıl önce ilk uzun metraj filmi Açlık (Hunger) ile karşımıza çıktığında gelecekte başımıza ne işler açılacağını bilmeliydik. Devlet tarafından 'siyasi suçlu' olarak tanınma hakkını elde edebilmek için mücadele veren IRA üyesi Bobby Sand ile yoldaşlarının öyküsünü anlatan "Açlık," gelmiş geçmiş en başarılı politik filmlerden biriydi. Kusursuz bir gidişat ve büyüleyici bir sinematografik estetikle donatılmış bu ilk uzun metraj filmin sağlam, karakterli ve derin anlatımı Steve McQueen'in söyleyecek daha çok sözü olduğunun da habercisiydi.
Bununla beraber, ilk uzun metraj filminde izleyenlere böylesine kuvvetli bir duygu yoğunluğu yaşatan ve ayakta alkışlanan her yönetmen gibi McQueen de ikinci filmi için kolları sıvadığında aslında çok tehlikeli bir noktada duruyordu. Sinemaseverlerin kendisinden beklentileri hayli büyüktü ve ikinci filmin seyredenlerin damaklarında aynı sarhoş edici mayhoşluğu bırakıp bırakamayacağı belirsizdi. Ta ki ortaya Utanç (Shame) gibi tekinsiz bir film çıkana kadar.
McQueen, Utanç'ta deneyimlediği hiçbir ilişkide aradığı tatmini bulamayan bir adamın hikayesine odaklanıyor. Kurumsal bir şirkette çalışan, güzel bir apartman dairesine ve eğlenceli iş arkadaşlarına sahip olan Brandon'ın yerini hayat kadınları, mastürbasyon ve rastgele cinsel ilişkilerle doldurmaya çalıştığı ruhani boşluk film süresince yerini bir türlü tamamlanmışlık duygusuna bırakmıyor.
McQueen, 'Utanç'ta tıpkı 'Açlık' filminde olduğu gibi uzun bir süre esas anlatmak istediği olayın etrafında daireler çizerek Brandon'ın yüzeysel ve bir o kadar da çarpık gündelik ilişkilerine tanık olmamızı sağlıyor. Bizler Brandon, sıradan bir seks bağımlısı mı yoksa Amerikan Sapığı (American Psycho) (2000) filminin baş karakteri Patrick Bateman mı diye düşünmeye devam ederken resme Brandon'ın müzisyen kızkardeşi Sissy giriyor. Brandon'ın yerini bulamayan öfkesi, kendini hırpalamak için gösterdiği onca çaba ve etrafına yaydığı o endişeli cinsel enerji Sissy'nin varlığıyla hikayenin her bir aşamasına beyaz bir çarşafın üzerine dökülmüş mürekkep lekesi gibi kademe kademe dağılıyor.
Böylelikle McQueen, dile getirmek istediği her duyguyu ve düşünceyi hiçbir şekilde söze dökmeden izleyenlerin zihinlerine ışınlıyor sanki. Açlık'ta şiddetin kendisini göstermektense bedenlerde, duvarlarda ya da mekanlarda bıraktığı izlerle anlatmayı tercih eden McQueen, bu kez de dile dökülemeyen duyguların karakterlerin ruhlarında açtığı yaraları bizlere birebir hissettirmeye çalışıyor. Toplumsal düzende söze dökülemeyen, bastırılan ve görmezden gelinen bütün tabuların varlığını etrafımızda hissetmemizi sağlayan "Utanç," yönetmenin bu sessiz ve derinden üslubu sayesinde üzerimizde görünmez bir iz bırakıyor neredeyse.
Filmin bu etkileyici atmosferinin yaratımında başrol oyuncusu Michael Fassbender'in payının da büyük olduğunu eklememiz gerek. Michael Fassbender'in performansı Brandon karakterinden yayılan huzursuzluğu başarıyla yansıtmakta. Kimi sahnelerde Brandon'ın bütün iç karmaşasını tek bir bakışta ya da bir boyun büküşte özetlemeyi başaran Fassbender'in yönetmen Steve McQueen'le olan iş birliği ise gerçekten de takdire şayan nitelikte. Brandon'ın kız kardeşi Sissy rolünde karşımıza çıkan Carey Mulligan'ın performansı da filmin tekinsiz atmosferine başarıyla uyum sağlamakta. Mulligan'ın canlandırdığı önceki karakterlere kıyasla çok daha ele avuca sığmaz ve yırtıcı bir yapıya sahip olan Sissy, genç oyuncunun üzerine yapışan sevimli ve masum komşu kızı imajını da bir anlamda alt üst etmekte.
Bütün bu nedenlerden dolayı, Steve McQueen'in insan doğasının evcilleşme serüvenini bir kez daha merkezine aldığı yeni filmi "Utanç," kesinlikle kaçırılmaması gereken bir yapım. McQueen'in bastırılmış güdülerimizi ve dile dökemediğimiz karanlık hislerimizi gelecekte de su yüzüne çıkararak bizleri şaşırtmaya devam edeceğini başarıyla kanıtlayan film, uzun zaman aklımızdan çıkmayacak gibi görünüyor.