Son birkaç haftadır filmler üzerinden aşkın çeşitli halleriyle ilgili yazılar yazıyorum. Aşk mevzusu üzerine yazmak o kadar kolay değil hani! Yazdığım yazıların ruh haliyle de olsa gerek; ne olursa olsun aşkın bir ‘kaybetme vakası' olduğuna iyiden iyiye inanmaya başladım!
Goethe'nin İlk Aşkı (Goethe!)'nda bildiğimiz Johann Wolfgang von Goethe'nin hayatının içindeyiz, yani onu ilk yazar adımları atana kadar izliyoruz. Bu kez aşkın tarihi fonlarda ilerleyişine tanıklık ediyoruz. Yıl 1760'lar... Bu filmi izlerken bir kez daha anlıyorum ki (tabii filmin geçtiği taşra kasabanın müthiş atmosferi de etken bunda) ben tarihi dekorları, o dekorların içinde bambaşka kafalarla yaşam süren insanları seviyorum. Etrafı çamur götürmesine rağmen uzun ve kirli etekleriyle sokakları arşınlayan kadınları, at arabasının kalabalık sokaklarda çıkardığı tıkırtıyı, hokkaya uzanan tüyün kağıda yayılan dokusunu, kıyafetlerde ve binalardaki anlamsız şatafatı seviyorum. Ama film zorlama bir halle açılıyor, şöyle ki, Goethe öylesine haşarı, disiplinsiz ve şımarık çıkıyor ki karşımıza, anında Goethe'ye olan ilgimizi bitirmeye meyilleniyoruz.
Filmin kesinlikle ağır, ağdalı bir anlatımı yok, aksine gözümüze girmek için sevimli espriler yapan bir çocuğu andırıyor. Buna rağmen tepetaklak filmin içindeki drama doğru kayıyoruz. Bu bir aşk dramı. Bugüne kadar tarihin içinden birçok aşk akarak geldi ve filmlere konu oldu. Ben kendi adıma Aşkın Büyüsü (Les Enfants du siècle)'den etkilenmiştim. İşin içine aşkın onları sürüklediği hayal gücünün ayak sesleri de girdiği, olay gerçeklik boyutunu nispeten yitirdiği için de herhalde!
Aslında filmin bir yandan da elleriyle yarattığı dramı bozmak ister gibi bir hali var! Goethe yazar olma sevdalısı, aklı bir karış havada bir genç. Babası ise onun nüfuzlu bir avukat olmasını istiyor. Bu çatışmalar esnasında babası galip geliyor ve Goethe yüksek bir mahkemede çalışmak için taşranın yolunu tutuyor. Artık ondan beklentimiz iyi bir hukukçu olması!
Filmimiz bu çalkantılarla yol alırken Goethe ilk aşkı Lotte ile tanışıyor. Filmin bu kısmı klasik bir aşk filmi havasında geçiyor. Ama o dönemin özelliği mi bilinmez, mantık ve duygu terazisi biraz şaşmış durumda. Yani erkekler duygusal olarak daha travmatik hallere düşerken, kadınlar ‘mantık iyidir' anlayışını felsefe edinmiş durumdalar! Erkekler aşklarından ölüp ölüp dirilirken kadınlar iki gözyaşıyla bu acıyı arka plana atmayı beceriyor! Goethe de aşk acısına düşenlerden. ‘Aşk acısı insanı yazar yapar' tezi de burada doğrulanıyor. Gözyaşlarıyla yazılan bir aşk hikayesi Goethe'nin en iyi kitaplarından biri olan Genç Werther'in Acıları'na ilham kaynağı oluyor. Film Goethe'nin yaşamının bir kesitine eğildiği için derin, sarsıcı bir anlatım sunamıyor ne yazık ki! Genelde biz hayatın başından sonuna kadar aktığı yaşam öykülerine aşinayız. O filmlerde de sonuna ulaşmaya çalışan hızlı anlatım bizi çok tatmin etmediği gibi, hayatın kısa bir dönemine eğilen hikayeler de derinlikli bir hal sunamadıkları için tatminden uzak! Yani her şekilde filmin içine dalamamaktan şikayetçiyiz! Goethe'nin İlk Aşkı'nın durumu da bundan muzdarip açıkçası!
Ama beyazperdede tarihe uzanmak, o günleri hayal etmek gibi bir şey...
Film görsel açıdan etkili planlar sunuyor, tarihi film kalıbını çatık kaş imajından çıkararak daha sevimli bir hale sokuyor. Bu biraz da yönetmen Philipp Stölzl'ün tercihi gibi duruyor! Yoksa bu hikaye çok daha farklı bir şekilde anlatılabilirdi!
Moritz Bleibtreu'ya tarihi bir fonda görmeye kolay alışamasam da ‘mantıklı adam' rolüne fazlasıyla yakıştığını düşünüyorum. Goethe (Alexander Fehling) fazla yakışıklı, Lotte (Miriam Stein) fazla cool'du... Sonuçta aşk, acı, mantık iç içe girdi ve ortaya Goethe'nin ilk romanı çıktı. Filme böyle bakmak lazım!
Banu Bozdemir
(banubozdemir@gmail.com)