Hanna
Yazar: Oktay Ege KozakBazı filmler vardır, yüzeyde alışılagelmiş bir tür filmi gibi görünüp orjinalliği ve yaratıcılığıyla en deneyimli sinefili bile şaşırtan. Diğer yandan yüzeyde denediği türü alaşağı ediyormuş gibi ciddi ve ağır görünen bir yapımın arkasında saygıdeğer yönetmen ve oyuncularının yarattığı prestij perdesini indirdikten sonra gayet tipik bir tür filmi bulunabilir. Hanna, işte bu tür bir yapım. Bourne Jr. tarzı kallavi bir yetişkin casus hikayesi atmosferi yaratmaya çalışıp sade bir intikam gerilim/aksiyonunda karar kılıyor.
Aslında kadro çok sağlam. Yönetmen Joe Wright'ın CV'sinde en iyi film Oscar'ına aday olmuş prestij dönem draması Kefaret var. Eric Bana ve Cate Blanchett, Hollywood'un en yetenekli, en saygıdeğer oyuncularından. 13 yaşında Oscar adayı olmuş Saoirse Ronan'ın ilerleyen ergen yaşlarında bir aksiyon süperstarına dönüşmesi kaçınılmazdı zaten.
Hanna'ya tipik bir intikam macerası damgasını basmak filmin otomatik olarak başarısız olduğu anlamına gelmiyor. Sadece bu isimlerden daha etkileyici bir performans bekliyorduk, o kadar.
Bir bakıma filmin en büyük handikapı yeni yetme senaryo yazarları Seth Lochhead ve David Farr'ın başka benzer filmlerin alıntı elementlerinden bir mozaik yaratmaya çalışan yer yer amatör senaryosu. Hikayenin belli bir gizemi korumayı başaran ilk perdesi boyunca babası Erik (Bana) tarafından yaşamı boyunca toplumdan gizli biçimde dağlarda mükemmel bir ajana dönüşen 14 yaşındaki Hanna'nın (Ronan) katı eğitimine şahit oluyoruz. Görüntü yönetmeni Alwin Kuchler'in geniş karlı mekanları bu iki yanlız karakterin izolasyonu ile bağdaştırdığı harika görsellerinden güç alan, gayet ilgi çekici bir başlangıç.
Fakat ne zaman on beş yıldır Erik ve Hanna'yı yok etmeye ant içmiş fesat FBI ajanı Marissa (Yay krişi gibi Güney Amerikan aksanını bir kez daha konuşturan Blanchett) peşlerine takılıyor, işte o zaman Hanna gayet kolayca tahmin edilebilir final perdesine dümdüz koşan tipik bir kedi-fare oyununa dönüşüyor. Tahmin edebileceğiniz gibi dünyadan yoksun kalmış Hanna hippi bir aile aracılığıyla yaşamın güzelliklerini öğreniyor, tabi arada en üst kademe kötü adama gelene kadar bazı "yardımcı kötü adamları" harcayarak. Finalde ise, ne desem, bu özetten sonra aranızda hakkaten Marissa ve Hanna'nın terkedilmiş bir mekanda ölümüne savaşmayacağını düşünen var mı?
Yönetmen koltuğunda Wright, aslında bu alışılagelmiş hikayeye olabildiğince yaşam pompalamaya uğraşıyor. Bu yolda Chemical Brothers'ın hoparlörleri zorlayan koyu ve ağır müziği de Wright'a bayağı yardımcı oluyor. Ve açıkçası benzeri yapımlara oranla bir iki akılda kalır aksiyon sahnesi bile var filmde, özellikle Eric Bana'nın Berlin metrosundaki kavgasını akla getirirsek.
Hanna, bu hafta kolayca unutulur bir macera izlemek isteyenleri tatmin edecektir. Fakat Blanchett ve Bana isimlerini görüp sofistike bir gerilim izleyeceğinizi de sanmayın.