Kozamız, olmak istediğimiz yer midir?
Yazar: Duygu Kocabaylıoğluİlk kez 2011 Cannes Film Festivali'nde sinema seyircisiyle buluşan ‘Olmak İstediğim Yer İtalyan yönetmen Paolo Sorrentino'nun İtalyan politikacı Giulio Andreotti'nin mafyöz ilişkilerine odaklandığı Il Divo'dan sonra çektiği son uzun metrajlı yapım. Aslında, genç yaşta (42) sayılabilecek bir yönetmen olmasına rağmen Sorrentino bu filmiyle Cannes'a dördüncü kez katılarak yarışmalı bölümden Kiliseler Birliği Ödülü ile dönmeyi başarmıştı. Filmin ülkemizdeki ilk gösterimi ise 2011 Filmekimi kapsamında gerçekleştirilmiş ve seyircinin de beğenisini kazanmıştı.
Başrole, geçtiğimiz yıllarda kendisi de yönetmenliğe soyunan Sean Penn'i taşıyan Sorrentino, uzun yıllardır kendi kabuğuna çekilmiş olarak yaşayan eski bir rock yıldızının hem kendi içine, hem de dış dünyaya yolculuğunu anlatma derdinde. Yönetmen kendi deyimiyle dış görünüşünde The Cure'un solisti Robert Smith'i örnek aldığı Cheyenne karakteriyle, dünyada yaşanan tüm kötülüklerden kendisini soyutlayarak, bir şekilde çocuksu saflığını koruyan oldukça farklı bir karakter yaratıyor. Cheyenne gerçekten 25 sene önce dondurulmuş gibi ya da zaman durdurulmuş ve her şey onun için aynı kalmış gibi kendi küçük dünyasında depresif hayatına devam eden eski bir müzisyen. ‘Rock yıldızlığı' bir travma nedeniyle sekteye uğramış ve hayat arkadaşı Jane, kendisine hala hayran olan yakın arkadaşı Mary ve vakit geçirdiği Dublin sokaklarından ibaret küçük bir dünyası var.
Yani ‘olmak istediği yer'de aslında mutlu, ama değil; sıkkın, ama hala "hayatta her şey güzel" diyebilecek kadar saf ve çocuk. Ve bu çocuğun duvarları, 30 yıldır görüşmediği babasının vefat haberiyle yerle bir oluyor. Babasının ölümünün yarattığı garip duygunun yanı sıra Cheyenne'yi büyük yolculuğuna çıkartan asıl etkense, babasına geçmişte işkence yapmış olan eski Nazi subayını arama öyküsü. Bütün o çaba yarıda kalmasın diye, alışveriş merkezindeki o üşengeç Cheyenne, Amerika'yı bir uçtan diğerine kat ederek, elindeki son adres ve ipuçlarıyla eski Nazi subayını kapı kapı arıyor. Bulduğunda tam olarak ne yapacağını kendisi de bilmiyor aslında. Burada esas olan şey yüzleşme ve her yol hikayesinde olduğu gibi yolculuğun ta kendisi. Karşılaştığı insanlar, dokunduğu hayatlar, kat ettiği binlerce kilometre içsel değişiminin de adım adım basamaklarını oluşturuyor ve seyirci bu süreçte hayata boşvermiş gibi görünen bu farklı adamın bilgeliğine de şahit oluyor. Günler süren ve karşıdan seyretmesi oldukça keyifli bir sinematografik serüven olan yol öyküsü sonunda, Cheyenne'nin ‘olmak istediği yer' de kendisiyle birlikte değişime uğruyor. Yönetmen Sorrentino bu değişimi yan bir öyküyle öyle güzel kurguluyor ki, Cheyenne'nin ‘büyümesine' kızamıyorsunuz.
Filmin genelini sırtlayıp götüren Sean Penn'in karakter oyunculuğuna söyleyecek laf yok; zira final sahnesine kadar perdedeki oyuncunun Penn olduğunu unutarak filmi seyrettim diyebilirim. Yardımcı oyuncularda Jane karakterini canlandıran Frances McDormand kadar yol öyküsünde karşımıza çıkan Rachel'ı canlandıran Kerry Condon'ın performansları da akılda kalıcıydı.
Tabii film adını Talking Heads'in "This Must Be The Place" şarkısından alıyorken ve David Byrne filmin müziklerini yapıp kendisi de bizzat oynuyorken bu yapımın leziz bir soundtrack albüme sahip olduğunu belirtmeye gerek var mı? Gerek Gavin Friday‘in açılış sekansındaki Lord I'm Coming, gerekse Iggy Pop'un The Passenger ve David Byrne'dan yeniden dinlediğimiz This Must Be The Place, gerçek rockseverin filmi seyrederken kendini kaptıracağı parçalardan sadece birkaçı.
Bu yazıyı da film müzikleri eşliğinde yazdığımı ekleyip, "hayatta kendinizi en mutlu hissettiğiniz yer sizin yuvanız" der, bu yoğun vizyon haftasında Olmak İstediğim Yer'i henüz seyretmemiş tüm sinemaseverlere tavsiye ederim.
twitter: @duygukocabay