Bebek isteğine fon olmuş bir savaş!
Yazar: Banu BozdemirSen Dünyaya Gelmeden (Venuto al Mondo) bir savaşın ezici ve yok edici duygusunu tasvir edemeyen filmlerden. Savaş ekseninde bir aşka sahip çıkmak en güzel duygu olabilir ama savaşın ortasında bir çiftin bencilce çocuk sahibi olmak istemesi, o savaşın genel etkisini bozan bir şey. Balkanlarda yaşanan savaş dramını anlatan birçok film yapıldı ama benim için Yağmurdan Önce (Before the Rain) hep baki kaldı duygu olarak. Onda savaşın yaralarına dair anlamlı izler bulmak mümkündü.
Danis Tanovic imzalı Tarafsız Bölge (No Man's Land), savaşın acı etkisini kırmak için biraz mizahi bakmıştı olaya. Askerlerin nezdinde yaşanan savaşa belki de... Grbavica: Esma'nın Sırrı ise savaşın acı çeken taraflarının kadınlar ve çocuklar olduğunu belgeliyor daha çok. Bosna'dan gelen filmlerin içi hüzün, acı ve kaos kokuyor. Angelina Jolie'nin filmi Kan ve Aşk (In the Land of Blood and Honey) savaşın ortasında yaşanan yasak bir aşk hikayesini anlatıyordu. Savaşın tüm düzeni ve çıkarları değiştirdiğine dair, savaşın iç yüzünü göstermeye çalışan bir filmdi en azından. Ama, Sen Dünyaya Gelmeden, amacını ve çerçevesini tam olarak çizemeden üçlü bir aşk duygusunun içine atıyor bizi. Olayı çocuk sahibi olamayan bir kadının, sonrasında erkeğin ve sonrasında da bir ülkenin sorunu haline getirmeye çalışıyor ama hikaye genel görüntü içinde gerçekten çok yavan kalıyor. Filmi izlerken aklıma zaman zaman Son Umut (Children of Men) filmi geldi, kaosun hakim olduğu bir distopya ortamında 19 yıl sonra dünyaya gelecek bir çocuğu koruma görevi çok idealist bir çabaydı, ama bu filmde bu, koca bir bencillik olarak yansıyor.
Margaret Mazzantini'nin romanından uyarlanan film Gemma'nın sırrıyla başlıyor, yaşlanmış Penélope Cruz görüntüsü, geri dönüşlerle bize eşlik ediyor. Film, başka filmlerin tersine doğal, salaş ve kafası karışık insan rolünü bu kez erkeğe yüklüyor. Etrafa pozitif enerji yayma konusunda başarılı olan Diego, Gemma'nın aklını çelmeyi başarıyor. Saraybosna'da başlayan aşk, çocuk meselesi yüzünden sarpa sarıyor. Saraybosna'da taşıyıcı anne arayan çift, Aska'ya askıntı oluyorlar adeta. Filmin tek iyi şeyi diyebileceğimiz ama zorlama bir tiple karşımıza çıkan Saadet Işıl Aksoy'un oynadığı Aska, Kurt Cobain hastası, kırmızı saçlarıyla savaş atmosferine ters düşen bir tip. Taşıyıcı annelikle yetinmeyen Aska, Diego'nun aklını da karnına koyuyor... Ama her şeye rağmen iyi bir performans sunuyor Aksoy.
Anlaşılan savaşın karmaşasından uzaklaşıp bireysel kaygıların daha yoğun olduğu bir kitap yazmaya karar vermiş Mazzantini. Keşke bu tarz bir karışıklığa Bosna savaşını / savaşı alet etmeseydi, zira savaşın acıları içinde, bütün bunalımlarıyla savaşın ortasına düşen çift ne yazık ki gerçekçi durmuyor. Bir yandan Diego'ya kızıyoruz ama asıl kızmamız gereken Gemma galiba!
Film savaşın ortasında kendince umut yeşertmeye çalışıyor ama kimsenin sonrasında mutlu olmadığı bir çizgiye kayıyor film, aklımızda annesine mutlu olmadığı için bağıran bir çocuk, hayatlarını bir adada komüne bağlamış savaş sonrasının yorgun insanları kalıyor.
Zaten filmde Guiliano'yu oynayan Sergio Castellitto filmin aynı zamanda yönetmeni ve yazar Mazzantini'nin kocası. Yani film aile içinde halledilmiş gibi... Filmin savaş atmosferine ilişkin tasvirleri de çok eksik, insanlar savaşın atmosferine rağmen hala çok canlı ve isterik! Kısaca bu filmin fonu savaş olmasa da olurdu, herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde de geçebilirdi! Neden çocuk fikrini bize anlatıp, kabul ettiremiyor film. Gemma'nın ve Diego'nun dağılıp giden hayatlarını, savaşın dağıttığı hayatlardan çok görmemiz filmin sonrasını ne yazık ki tamamlamıyor. Hayal kırıklığı diyebilirim film için...
twitter.com/BanuBozdemir