Kadının özgür iradesine bir methiye...
Yazar: Murat ÖzerDoris Lessing’in bizde de yayımlanan “Büyükanneler” (The Grandmothers) kitabının aynı adlı açılış hikâyesine dayanan “Yasak Aşk” (“Adore” ya da “Two Mothers”), Anne Fontaine’in ilk İngilizce filmi aynı zamanda. Kadın hikâyelerine alabildiğine içeriden bakışlar atabilen Fontaine, deneyimli senarist Christopher Hampton’ın da yardımıyla bu filminde de benzer bir bakışın ipuçlarını veriyor, hikâyenin derinliklerine girebilmemizin önünü açıyor.
Geçen yılki İstanbul Film Festivali’nde de gösterilen “Yasak Aşk”, birbirlerinin oğullarıyla ‘aşk yaşayan’ iki annenin hikâyesini anlatmak gibi ‘tartışılabilir’ bir işin altına giriyor. İki anne ile oğulları arasındaki ilişkiler ağının önce ‘gizli’, sonraysa ‘açık’ biçimde ortaya konulması, filmin Türkçe adının taca çıkması sonucunu doğuruyor. Burada ‘yasak’ olan bir şey yok aslında. Gerçekliği pek de tartışılamayacak, herhangi bir art niyetin göze çarpmadığı saf aşk buradaki. Anneler ve oğullar arasındaki, başlangıçta fiziksel bir dürtüyle hayat bulan, ardından ‘duygu’nun da devreye girmesiyle yücelen sevdalar, belli bir zaman sonra karmaşıklaşmaya ve çıkmaz sokaklara sapmaya başlıyor. Bunu herhangi bir aşktan ayırmak, farklı değerlendirmeler yapmak gereksiz anlayacağınız. Her aşkta hangi meseleler kendini gösteriyorsa, burada da benzer problemler su yüzüne çıkıyor.
“Yasak Aşk”ı, tersten okunan bir ‘ödip vakası’ olarak görmek de mümkün. Gözlerinin önünde büyüyüp olgunlaşan ve birer ‘harika’ya dönüşen oğullarına karşı kaçınılmaz biçimde ‘hayranlık’ duyan annelerin, kocalarını bertaraf ederek (içlerinden birinin kocası ölmüştür) oğullarına kucak açmaları temeline dayanan bir yapı söz konusu hikâyede. Birer ‘tanrı heykeli’ gibi önlerinde büyüyen oğullara karşı tepkisiz kalamıyor buradaki anneler ve bu durumu bir adım öteye taşımakta sakınca görmüyorlar. Dörtlünün önceleri ‘temkinli’ olduklarını, daha sonraysa yaşadıkları ‘olağanüstü’ bir şey değilmiş gibi rahatladıklarını da belirtmek gerek, ki en doğrusu da bu sanki!
Evet, yerleşik toplumsal kurallar ya da eğilimler hesaba katıldığında, “Yasak Aşk”ta yaşananları ‘ahlaka mugayir’ olarak nitelemek mümkün. Nereden ve nasıl baktığınız önemli tabii. Kadının ‘seçme ve seçilme’ özgürlüğünün sınırları konusunda ‘köşeli’ düşünenlerin burada anlatılanlardan rahatsız olacakları kesin. Tümüyle sübjektif değerlendirmeler ışığında hayat bulan ‘aile kurumu korumacılığı’ kavramına tutunanlar da aynı rahatsızlığı hissedeceklerdir. Ancak, bakış açısını genişletip ‘insan’ odaklı bir perspektife ulaşanların ‘doğal’ bir refleksle karşılayacakları bir durum söz konusu bu hikâyede. En gelişmiş toplumlarda bile kapana kıstırılmaya çalışılan kadının ‘özgür iradesi’ne bir methiye var “Yasak Aşk”ta, ki kutsanması gereken de bu bize göre. Diğer seçeneğe bağlı kalmak en kolayı, baştan ‘reddedici’ bir tutum takınmak...
Anne Fontaine, böylesi ‘çatıştırıcı’ bir meseleyi sinemalaştırarak, tabuların tartışılabilir olduğunu da belgeliyor bir yandan. Onlara körü körüne boyun eğmektense, insan ilişkilerinin özüne inerek ‘doğru’yu bulma isteği var onda. Bunu yaparken, dört ana karakteri canlandıran oyunculardan da istediği verimi alıyor. Naomi Watts ve Robin Wright’ın daha çok bakışlarına hapsolan aşk, oğulları canlandıran Xavier Samuel ve James Frecheville’in bedenlerinden yansıyor bize. Annelerinin onlara önce hayran, ardından da âşık olmalarının temelinde de bu bedenler yatıyor zaten. Önce bakışlar çeliniyor, sonraysa yürekler...