Alışveriş Tadında!
Yazar: Ayşegül KesirliNe beyninize, ne de gönlünüze hitap eden bir film izlediğinizde, o film üzerine bir şeyler yazmak da oldukça güç bir işe dönüşüyor. Eğer gördükleriniz sizi düşündürmediği gibi kalbinize de dokunmadıysa, o zaman sinema salonunu terk ettiğiniz anda filmi unutuyorsunuz zaten. Hatta filmi izledikten kısa bir süre sonra o filmi izleyip, izlemediğinizden emin bile olamıyorsunuz. Aklınıza belki de filmin öyküsüyle hiç alakası olmayan bazı sahneler, görüntüler geliyor sadece.
Tahmin ediyorum ki ben kısa bir süre sonra, Ben Sana Söylemiştim'i izlediğimi unutacağım. Aklımda sadece sinema salonunu terk ettiğim anda üzerine düşündüğüm konu kalacak: "Acaba filmde tekrar tekrar gösterilen o şahane pastaları kim tasarlamıştı?"
Ben Sana Söylemiştim, gerçekten de içerisinde aklınızı kurcalayacak en ufak bir olay veya kavram barındırmayan bir film. Bu nedenle de seyrettikten sonra filmle ilgili üzerine yorum yapıp geliştireceğiniz bir fikre sahip olmanız da oldukça zor. Aslında kendinizi yeterince zorlarsanız kafanızda "Mandy Moore'dan oyuncu olur mu?" veya "Hollywood'un gençlik takıntısı, Diane Keaton gibi yaşını almış, başarılı kadın oyuncuları niçin anlamsız filmlerde yer almak zorunda bırakıyor?" gibi tartışma mevzuları yaratabilirsiniz.
Ancak işin aslı Ben Sana Söylemiştim'i izlerken kendinizi internette yer alan alışveriş kataloglarına veya güzellik ipuçlarına bakarmış gibi hissediyorsunuz. Etrafınızda olup biten hiçbir şeyle ilgilenmeksizin, kendinizi önemsiz ve yüzeysel konuların kucağına bırakıyor, tüketimin sizi rahatlatmasına öylece izin veriyorsunuz. Karakterlerin neler yaptıkları, başlarından neler geçtiği sizde herhangi bir merak duygusu yaratmıyor. Onun yerine üzerilerine giydikleri kıyafetlerle, saçlarına verdikleri şekillerle veya evlerini nasıl döşedikleriyle ilgileniyorsunuz.
Ben Sana Söylemiştim'in, sıradan bir romantik komedi filminin alelade gidişatına esprili bir anne-kız hikayesi yerleştirerek benzerlerinden ayrılmaya çalıştığını söyleyebiliriz. İlk dakikalarında alışıldık bir anne-kız ilişkisiyle karşı karşıya olmadığımızı hissettiren film, bize beklentilerimizi yüksek tutmamızı öğütlemekte. Filmin ilk sahneleri hikayenin sadece Daphne ve kızı Milly arasında geçen yavan bir ikili mücadele olmayacağını ümit ettiren işaretlerle dolu. Ancak Daphne'nin diğer iki kızının eğlenceli müdahaleleriyle renkleneceğini umduğumuz filmin, bir hayal kırıklığına dönüşmesi fazla zaman almıyor. Ne yazık ki Ben Sana Söylemiştim, yarattığı bunca parlak izlenime rağmen, ilk yarım saati boyunca hızla sönen bir balon misali bütün havasını boşaltıyor.
Filmin ortalarına doğru bir bakıyoruz ki elimizde sadece kedi-fare kovalamacasını andıran tatsız bir anne-kız ilişkisiyle Adam Sandler filmlerini hatırlatan bir takım bayağı espriler kalmış. Adam Sandler'a oldukça yakışan bu espirilerin Diane Keaton üzerinde ne kadar iğreti durduğunu tahmin etmek pek de zor olmasa gerek.
Dahası filmde, Lauren Graham ve Piper Perabo tarafından canlandırılan diğer iki kız kardeşin, bir anne-kız ritüeli olarak karşımıza çıkan alışveriş sahnelerinde boy göstermekten ve Sex and the City benzeri diyaloglara imza atmaktan öteye gitmelerine olanak verilmiyor. Gilmore Girls dizisindeki Lorelei karakteriyle yüzüne alıştığımız Lauren Graham'ın ağzından göndermelerle dolu, zekice tasarlanmış, çok daha sarkastik cümlelerin çıkmasını beklerken içeriksiz konuşmalarla bu şekilde geri plana itildiğini görmek insanı gerçekten üzüyor. Film, diğer iki kız kardeşin biraz ön plana çıkarılmasıyla daha izlenebilir bir hal alabilirmiş aslında. Böylelikle Mandy Moore'un zayıf oyunculuğu daha iyi örtbas edilir ve Diane Keaton'ın omuzlarındaki yük azalırmış ve ortaya daha dengeli bir yapım çıkabilirmiş.
Diane Keaton'ın omuzlarındaki yükten bahsetmişken, Keaton filmdeki en tecrübeli ve en kuvvetli oyuncu olmanın verdiği sorumlulukla her işi kendi başına yapmaya, filmdeki her açığı performansıyla kapatmaya çalışmış. Filme gerçekten de bir 'anne' sorumluluğuyla yaklaşmış sanki. Fakat bir süre sonra iş kontrolden çıkmış, kendisini üzerine yakışmayan anlamsız hareketler yaparken bulmuş ve senaryo gereği karakterinin tekdüzeliğine, yapaylığına yenik düşmüş neredeyse.
İnsan filmde kafasını kurcalayacak herhangi bir soru işareti bulamayınca ilgisini başka yönlere odaklamaktan başka çare bulamıyor maalesef. Ben Ben Sana Söylemiştim'i izlerken olay örgüsüne olan ilgimi çabucak kaybettim ve kendimi Diane Keaton'ın üzerine giydiği muhteşem kıyafetleri inceleyip, Mandy Moore'un evinin nasıl döşendiğine odaklanırken buldum.
Bu deneyimin ardından, Ben Sana Söylemiştim'in insanda kesinlikle bir alışveriş etkisi yarattığını söyleyebilirim. Gerçekten de filmden çıktığınızda kafanızda içinizi sıkacak en ufak bir düşünce bulamıyorsunuz. Aklınızda görkemli pastalardan, şık kıyafetlerden ve dekoratif mumlardan başka bir imaja rastlamak pek mümkün olmuyor. Gündelik gerçekliğinizi kaybediyorsunuz. Zaman zaman insanın tek ihtiyacı böyle bir gerçeklikten uzaklaşma duygusu da olabiliyor. Ben Sana Söylemiştim, kafanızı kurcalayan düşüncelerden patlayacak gibi olduğunuz yeterince boş bir vaktinizde izleyip geçici bir hafıza kaybı yaşayabileceğiniz bir film.